Nando Parrado'nun hatırladığı tek şey, derin karanlık bir çukur ve sürekli aklından geçen o düşünceydi: "Öldüm ben, öldüm. Ölüm bu. Bu kadar karanlık bir şey ancak ölüm olabilir."

Saatler, hatta belki günler geçerken Parrado'nun aklına farklı bir düşünce geldi: "Susadım. Su içmeye ihtiyacım var. Ölmüş olsam susamazdım."

Yavaş yavaş etrafında olanların farkına varmaya başlıyordu. Neden bu kadar soğuktu? Kafası neden zonkluyordu? Duyduğu sesler kime aitti?

Parrado bir anda gözlerini açtı. Karşısında arkadaşları vardı.

O anları The Guardian'a anlatan Parrado, "'Nando, iyi misin? Nando, iyi misin?' diyorlardı. İyi değildim. Arkadaşlarımdan biri 'Uçak düştü' dedi" ifadelerini kullandı.

Bunun üzerine etrafına bakan Parrado, yamulmuş ve yan devrilmiş bir uçak iskeletinin içinde olduğunu fark etti. Hasar felaket düzeyindeydi: Borular ve kablolar açığa çıkmış, metal levhalar kâğıt gibi buruşmuş, plastikler paramparça olmuştu. Ortalık molozdan geçilmiyordu.

ÜÇ GÜNDÜR BİLİNCİ KAPALI HALDEYDİ

Parrado, kafasının yan tarafına bastırdığında saçlarının kan nedeniyle yapış yapış olduğunu hissetti. Kemik parçacıkları eline batıyordu.

Arkadaşı Roberto Canessa, Parrado'ya yolculuk etmekte oldukları uçağın üç gün önce bir dağa çarptığını ve kendisinin o andan beri bilinçsiz halde olduğunu söyledi.

Parrado, aklına annesi Eugenia ve kız kardeşi Susy'nin geldiğini belirtti ve ekledi: "Bana, 'Nando annen öldü, Panchito öldü' dediler."

Panchito, yani Francisco Abal, Parrado'nun en yakın arkadaşıydı. Uçakta yan yana oturuyorlardı. Parrado cam kenarı koltuğu arkadaşına vermişti.

"Panchito benim kardeşimdi. Haftada iki üç gece bizde kalır, benim kıyafetlerimi giyerdi" diyen Parrado'nun kız kardeşi Susy de ağır yaralı halde kokpitin önünde yerde yatıyordu.

Parrado, "Kız kardeşimin olduğu yere doğru emekledim ve yerde ona sarıldım. Kıpırdayamıyordu. Konuşamıyordu. Sadece gözlerini hareket ettirebiliyordu. Kaza sırasında ayakkabılarını kaybetmişti, ayakları mosmor olmuştu. Yanından ayrılmadım. Bardağımız yoktu. Suyumuz bile yoktu, o yüzden ağzımda kar eritip kardeşime verdim" diye konuştu.

"BİZİ BURADA BULAMAZLAR"

Ertesi sabaha kadar kardeşinin yanında kalan Parrado, sendeleye sendeleye uçaktan indiğinde, bir buzdağının yamacında olduklarını gördü. Dört bir yanları karlarla kaplı dağlarla ve vadilerle çevriliydi. Bulundukları yerin ne kadar büyük olduğunu fark eden Parrado'nun aklından geçen şey, "Buradan nasıl çıkacağız? Bizi burada bulamazlar" oldu.

Parrado haklıydı. Kurtarma ekiplerinin hiçbiri Uruguay Hava Kuvvetleri'ne ait 571 sayılı uçuşunu yaparken And Dağları'na çakılan uçağı bulamadı.

Ancak kazadan 72 gün sonra Aralık 1972'de Parrado ve 15 yolcu sağ salim dağdan inmeyi başardı.

İnanılmaz bir hayatta kalma hikâyesiydi bu. Dönemin gazeteleri "And Dağları'ndaki Mucize" başlığını uygun görmüştü yaşananlara.

Ancak bugün 73 yaşında olan ve Uruguay'ın başkenti Montevideo'da yaşayan Parrado için bu bir mucize değil, "birbirine sonuna kadar güvenen bir grup genç insanın çabasıydı". Bu çaba sonucunda hayatta kalmayı başarmışlardı.

22 YAŞINDA SIRADAN BİR GENÇTİ

Sonraki 26 yıl boyunca Parrado yaşananlar hakkında hiç konuşmadı. Ancak bir noktada bunu yapmaya karar verdi ve dünyanın dört bir yanını dolaşarak gittiği yerlerde hikâyesini anlattı.

Ekim 1972'de, Parrado 22 yaşındaydı. Sıradan bir hayat yaşıyor, üniversiteye başlamak için gün sayıyordu. Hırdavatçı dükkanında babasına yardım ediyor, motosikletiyle gezip kızlarla takılıyor ve okulunun mezunlar takımında ragbi oynuyordu.Takım arkadaşlarının çoğunu 10 yılı aşkın zamandır tanıyordu.

Birlikte Şili'ye bir maça gitmişlerdi. Parrado'nun ikinci maçı kaçırmaya niyeti yoktu.

PİLOTLAR UÇMAK İSTEMEMİŞTİ

Başkent Santiago'ya giden uçağı organize eden kişi takım kaptanı Marcelo Perez'di. Parrado'nun babası, onu, annesini ve kız kardeşini Montevideo Havalimanı'na bırakmıştı. (Ablası Graciela evde kalmıştı.)

Hava kötü olduğundan uçak Arjantin'in Mendoza şehrine acil iniş yapmış, takım geceyi orada geçirmişti.

Pilotlar ertesi gün de havalanmak için gönülsüzdü. (Ragbi oyuncuları bu durumla biraz dalga geçmişti.) Ancak uçak, Uruguay Hava Kuvvetleri'nden kiralanmıştı ve yasalar gereği Arjantin topraklarında 24 saatten fazla kalmaları yasaktı.

Ekip saat 14.00 sularında uçağa bindi; kısa süre içinde havalandılar. Ancak And Dağları'nın üzerinden uçmak için en kötü günlerden birini seçmişlerdi. Öğleden sonra ısınan hava, atmosfer koşullarında istikrarsızlığa yol açıyordu.

Parrado, bugünkü aklı olsa uçağın yanına bile yaklaşmayacağını belirterek, "Fairchild FH-227D model bir uçaktı, motorları çok güçsüzdü. İçi insan doluydu, sonuna kadar yüklenmişti, Güney Amerika'nın en yüksek dağlarının üzerinden uçuyordu ve hava berbattı. Yani, imkânı yok" ifadelerini kullandı.

65718dd64e3fe01180c9fa8c

YARDIMCI PİLOT YANLIŞ BİR HESAP YAPTI

Uçak 13 Ekim Cuma günü Mendoza'dan havalandı. (Ragbi oyuncuları bu tarihin çağrıştırdığı olumsuzluklarla ilgili şaka yapmayı ihmal etmemişti.) Toplam 45 kişilerdi; oyuncular, arkadaşları, aile üyeleri, mürettebat ve bir düğüne gidebilmek için para ödeyip uçağa binen bir yabancı vardı.

Andlar'ın üzerinden doğrudan uçmak mümkün değildi. Uçağın maksimum uçuş yüksekliği 6.858 metreydi; Andlar'ın en yüksek zirvesi olan Aconcagua'nın yüksekliği ise 6.960 metre… Dolayısıyla U şeklinde bir rotada uçmaları gerekiyordu. Önce 100 mil güneye inecek ardından Planchon Geçidi üstünden dağların arasına girecek ve kuzeye Santiago'ya doğru ilerleyeceklerdi. Uçuşun 90 dakika sürmesi planlanmıştı.

Aşağı yukarı 1 saat sonra deneyimsiz yardımcı pilot bulundukları konumla ilgili bir hata yaptı. Sebebi ya önlerindeki bulutlar ya da rüzgâr hızına dair yanlış hesabıydı. Uçağın yönünü kuzeye zamanından önce çeviren pilot, Andlar'ın derinlerine girmelerine neden oldu. Üstelik bu hatanın farkına varmadı ve inişe geçti.

KANADIN UCU DAĞIN YAMACINA DEĞECEK GİBİYDİ

Fairchild, yoğun bir sisin içine girdi. Kabin görevlisi yolculara emniyet kemerlerini takmalarını söyledi. Uçak ağır türbülans etkisiyle sarsılmaya başladı. Bir hava boşluğuna girip birkaç yüz fit düştüler.

Panchito dirseğiyle yanında oturan Parrado'yu dürtüp pencerenin diğer tarafındaki dağı işaret etti. Kanadın ucu neredeyse yamaca değecek gibiydi.

Parrado o kadar yakın olmamaları gerektiğini idrak ettiği anda bağırışlar duydu ve annesiyle kız kardeşinin endişeli yüzlerini gördü.

Ardından uçak hızla yükselmeye başladı. Motorlar homurdanıyor, uçağın iskeleti deprem oluyor gibi titriyordu. Parrado, "Bir ses duydum, bir patlama sesi gibiydi. Sanki bir Formula 1 aracı bir duvara çakılmıştı" dedi. Kafasının üzerinde gökyüzünü görüp koltuğunda öne doğru fırlayan Parrado, sonraki anları, "Ölmekte olduğumu fark etmeden öldüm. Evrenin çok karanlık bir yerine gittim" sözleriyle anlattı.

PİLOT ÖLMEDEN ÖNCE OLDUKLARI YERİ SÖYLEMİŞTİ

Parrado, olan biteni kendine geldikten sonra arkadaşlarından öğrenecekti. Pilotlar uçağı kaldırıp dağın üzerinden geçirmeye çalışmış ancak uçağın karnı bir tepeye çarpmıştı. Kanatlar kırılmıştı. Uçağın sol pervanesi iskeleti yarıp geçmişti. Kuyruk, Parrado'nun oturduğu yerin civarından kırılmıştı. Uçağın iskeleti korkunç bir hızla dağdan aşağı yuvarlanmış, durduğu noktada çarpmanın etkisiyle koltuklar yerlerinden kopup öne fırlamıştı. Bu esnada birçok yolcu ezilmişti.

Enkazdan çıkabilenler yaralılara ve mahsur kalanlara yardım etmek için derhal harekete geçmişti. Takım kaptanı Perez, burada da sorumluluğu üstlenmişti. Her ikisi de tıp öğrencisi olan Gustavo Zerbino ile Canessa ellerinden geleni yapmıştı. Kırık kemikleri giysilerden kopardıkları kumaş parçalarıyla sarıyor, kara gömüp şişmesini önlemeye çalışıyorlardı.

Pilot kokpitte sıkışıp kalmıştı. Ölmeden önce gençlere Curico'yu geçtiklerini söylemişti; And Dağları'nın batı sınırındaydılar. Perez ve arkadaşları dondurucu rüzgârlara karşı korunabilmek için uçağın iskeletinin etrafına, uçağın kargosundaki valizler, kopuk koltuklar ve uçak parçalarından bir duvar örmüş, kalan boşlukları da karla kapatmıştı. Uçaktaki 45 kişiden 33'ü hayatta kalmış, bunların 32'si ilk geceyi ısınabilmek için birbirlerine sığınarak geçirmişti.65718f584e3fe01180c9faa9

ÖLDÜ ZANNEDİLMESİ HAYATTA KALMASINI SAĞLADI

Başlangıçta Parrado'nun öldüğü zannediliyordu ve hayatta kalmasını sağlayan şeylerden biri de buydu. Arkadaşları öldüğünü düşündükleri Parrado'yu karların içinde kendi haline bırakmıştı. Nörologların daha sonra dediğine göre, soğukta yatması ve vücudunun susuz kalması Parrado'nun beyninin şişmesini ve ölmesini önlemişti. Nihayetinde arkadaşlarından biri Parrado'daki yaşam belirtilerini fark etmiş, onu da gruptakilerin yanına taşımıştı.

Parrado'nun kendine geldiği andan itibaren ölümü ensesinde hissetmediği bir saniye bile olmamıştı. And Dağları'nda 3.350 metre yüksekteydiler. Hava sıcaklığı -35 dereceye düşebiliyordu. Sürekli kar fırtınaları yaşanıyordu. Havada oksijen o kadar azdı ki ayakta dururken bile nefes almakta zorlanıyorlardı. Karlardan yansıyan güneş ışınları hem gözlerini kör ediyor hem derilerini yakıyordu. Paltoları, battaniyeleri, dağcılık ekipmanları yoktu.

Parrado'yu en çok şaşıran şey sürekli susamasıydı. "Sürekli suya ihtiyacınız var. O yükseklikte deniz seviyesine kıyasla 5 kat daha hızlı su kaybediyorsunuz. Su olmadığından kar yemek zorundasınız" ifadelerini kullanan Parrado, soğuk nedeniyle boğazlarının yandığını ve dudaklarının çatladığını anlattı.

Umutlar hızla tükeniyordu. Dördüncü gün üstlerinden bir uçak geçti ancak pilotun o yükseklikten uçağın iskeletini görmesi imkânsızdı. Beşinci gün gençlerden üçü yastıkları ayaklarına bağlayıp dağa tırmanmaya çalışsa da akşam olmadan geri döndüler. Sekizinci gün Susy, Parrado'nun kollarında can verdi.

Açlıktan ölmek üzereydiler. Önce çikolata, şeker, kraker, meyve, reçel gibi sınırlı miktardaki gıdalarla idare etmeye çalıştılar. Günde 1 kare çikolatayı ancak yiyebiliyorlardı. Bazı kişiler valizlerden kestikleri derileri yemeye çalıştı. Ancak bir haftanın sonunda en korkunç ihtimali konuşacak noktaya gelmişlerdi.

ÖLDÜ ZANNEDİLMESİ HAYATTA KALMASINI SAĞLADI

Başlangıçta Parrado'nun öldüğü zannediliyordu ve hayatta kalmasını sağlayan şeylerden biri de buydu. Arkadaşları öldüğünü düşündükleri Parrado'yu karların içinde kendi haline bırakmıştı. Nörologların daha sonra dediğine göre, soğukta yatması ve vücudunun susuz kalması Parrado'nun beyninin şişmesini ve ölmesini önlemişti. Nihayetinde arkadaşlarından biri Parrado'daki yaşam belirtilerini fark etmiş, onu da gruptakilerin yanına taşımıştı.

Parrado'nun kendine geldiği andan itibaren ölümü ensesinde hissetmediği bir saniye bile olmamıştı. And Dağları'nda 3.350 metre yüksekteydiler. Hava sıcaklığı -35 dereceye düşebiliyordu. Sürekli kar fırtınaları yaşanıyordu. Havada oksijen o kadar azdı ki ayakta dururken bile nefes almakta zorlanıyorlardı. Karlardan yansıyan güneş ışınları hem gözlerini kör ediyor hem derilerini yakıyordu. Paltoları, battaniyeleri, dağcılık ekipmanları yoktu.

Parrado'yu en çok şaşıran şey sürekli susamasıydı. "Sürekli suya ihtiyacınız var. O yükseklikte deniz seviyesine kıyasla 5 kat daha hızlı su kaybediyorsunuz. Su olmadığından kar yemek zorundasınız" ifadelerini kullanan Parrado, soğuk nedeniyle boğazlarının yandığını ve dudaklarının çatladığını anlattı.

Umutlar hızla tükeniyordu. Dördüncü gün üstlerinden bir uçak geçti ancak pilotun o yükseklikten uçağın iskeletini görmesi imkânsızdı. Beşinci gün gençlerden üçü yastıkları ayaklarına bağlayıp dağa tırmanmaya çalışsa da akşam olmadan geri döndüler. Sekizinci gün Susy, Parrado'nun kollarında can verdi.

Açlıktan ölmek üzereydiler. Önce çikolata, şeker, kraker, meyve, reçel gibi sınırlı miktardaki gıdalarla idare etmeye çalıştılar. Günde 1 kare çikolatayı ancak yiyebiliyorlardı. Bazı kişiler valizlerden kestikleri derileri yemeye çalıştı. Ancak bir haftanın sonunda en korkunç ihtimali konuşacak noktaya gelmişlerdi.

ÖLDÜ ZANNEDİLMESİ HAYATTA KALMASINI SAĞLADI

Başlangıçta Parrado'nun öldüğü zannediliyordu ve hayatta kalmasını sağlayan şeylerden biri de buydu. Arkadaşları öldüğünü düşündükleri Parrado'yu karların içinde kendi haline bırakmıştı. Nörologların daha sonra dediğine göre, soğukta yatması ve vücudunun susuz kalması Parrado'nun beyninin şişmesini ve ölmesini önlemişti. Nihayetinde arkadaşlarından biri Parrado'daki yaşam belirtilerini fark etmiş, onu da gruptakilerin yanına taşımıştı.

Parrado'nun kendine geldiği andan itibaren ölümü ensesinde hissetmediği bir saniye bile olmamıştı. And Dağları'nda 3.350 metre yüksekteydiler. Hava sıcaklığı -35 dereceye düşebiliyordu. Sürekli kar fırtınaları yaşanıyordu. Havada oksijen o kadar azdı ki ayakta dururken bile nefes almakta zorlanıyorlardı. Karlardan yansıyan güneş ışınları hem gözlerini kör ediyor hem derilerini yakıyordu. Paltoları, battaniyeleri, dağcılık ekipmanları yoktu.

Parrado'yu en çok şaşıran şey sürekli susamasıydı. "Sürekli suya ihtiyacınız var. O yükseklikte deniz seviyesine kıyasla 5 kat daha hızlı su kaybediyorsunuz. Su olmadığından kar yemek zorundasınız" ifadelerini kullanan Parrado, soğuk nedeniyle boğazlarının yandığını ve dudaklarının çatladığını anlattı.

Umutlar hızla tükeniyordu. Dördüncü gün üstlerinden bir uçak geçti ancak pilotun o yükseklikten uçağın iskeletini görmesi imkânsızdı. Beşinci gün gençlerden üçü yastıkları ayaklarına bağlayıp dağa tırmanmaya çalışsa da akşam olmadan geri döndüler. Sekizinci gün Susy, Parrado'nun kollarında can verdi.

Açlıktan ölmek üzereydiler. Önce çikolata, şeker, kraker, meyve, reçel gibi sınırlı miktardaki gıdalarla idare etmeye çalıştılar. Günde 1 kare çikolatayı ancak yiyebiliyorlardı. Bazı kişiler valizlerden kestikleri derileri yemeye çalıştı. Ancak bir haftanın sonunda en korkunç ihtimali konuşacak noktaya gelmişlerdi.

İKİ HAFTA SONRA ÜSTLERİNE ÇIĞ DÜŞTÜ

Parrado'nun takım arkadaşlarından Roy Harley, 11'inci günde bir transistörlü radyoyu çalıştırmayı başardı. Parrado, radyoda "Kurtarma çalışmaları sona erdirilecek" haberini duyar duymaz, kaza mahalinden ayrılmak istedi. Ancak hem yaraları çok ağırdı hem de hava çok kötüydü.

Zaman geçtikçe koşullarına ayak uyduruyor; tehlikeli noktaları öğreniyor, şişelere kar doldurup içilecek sıcaklığa getirmenin yollarını buluyorlardı. Parrado, "Öğrenmeye başlıyorsunuz. Ben karda nasıl yürüyeceğimi öğrendim. Bir ayın sonunda dağ insanları olmuştuk ve ne yapmamız gerektiğini biliyorduk" ifadelerini kullandı.

Ancak bilmedikleri çok önemli bir şey vardı: Uçak bir sel yatağının tabanında, sarp bir vadinin dibinde yatıyordu ve burası çığ tehlikesine çok açıktı.

Nitekim kazadan sadece iki hafta sonra bir çığ düştü. Uçak enkazının zemininde yatmakta olan herkes karlara gömülmüştü. Roy Harley, yamaçtan aşağı yuvarlanan karların sesini duyup ayağa kalkmıştı. Bunu yapmasa herkes karların altında kalıp ölebilirdi.

YASTIKLARDAN UYKU TULUMU VALİZLERDEN KIZAK YAPTILAR

Harley hemen üç kişiyi karların altından çıkarmış, onlar da hızla diğerlerini kurtarma çalışmalarına başlamıştı.

"Hareket edemiyordum. Enkazın altındaydım ama nefes alabiliyordum" diyen Parrado, o şekilde yarım saat kaldığını belirtti. O gece uçak enkazında kalan 27 kişiden 8'i hayatını kaybetti. Hayatta kalanlar ise kar nedeniyle kapana kısılmış haldeydi. Ayağa kalkamıyorlardı. Dışarıda kar fırtınası sürüyordu. Birkaç saat sonra, Parrado bir demir çubukla uçağın tavanına bir delik açmayı başardı. Bu sayede içeri hava girdi. Bu şekilde dört gün daha geçirdiler.

Parrado, "Yeterince oksijenimiz olup olmadığını bilmiyorduk. Üstümüzdeki karın 2 metre mi 4 metre mi yoksa 50 metre mi olduğunu bilmiyorduk" dedi. Nihayet kar fırtınası sona erdiğinde saatlerce karları kazıp kokpitten çıkabildiler.

Çığ altında kaldıktan sonra Parrado, oradan kurtulabilmelerinin tek yolunun yürümek olduğuna emin oldu. Sonraki haftalar hazırlık yapmakla geçti. Bir yandan havanın düzelmesini bekliyor diğer yandan yastıklardan uyku tulumu, valizlerden kızak yaparak gerekli ekipmanları hazırlıyorlardı. Parrado oradan ayrıldığı anda geri dönmeyeceğini biliyordu.

61'İNCİ GÜNDE YOLA ÇIKTILAR

Kazanın 61'inci gününde Parrado, Canessa ve "Tintin" diye çağırdıkları arkadaşları Antonio Vizintin, enkazdan ayrıldı. Kat kat kazaklar pantolonlar giymiş, alüminyum çubukları baston niyetine ellerine almışlardı. Pilotun ölüm anında söylediklerine dayanarak, batıya gidip dağı aştıkları takdirde Şili'ye varacaklarını düşünüyorlardı.

Uzmanlara göre, günde 300 metreden fazla tırmanmak sağlık açısından büyük riskleri beraberinde getirir. Ancak üçlü ilk sabahlarında 600 metreyi aşmıştı. Hal böyle olunca yükseklik hastalığının etkilerini hissetmeye başlamışlardı.

14 saat süreceğini düşündükleri tırmanış 3 gün sürmüştü. İlk gece hava o kadar soğumuştu ki yanlarına aldıkları su şişesi çatlamıştı.

5 KİLOMETRE DEĞİL 80 KİLOMETRE UZAKTAYDILAR

4.600 metre yükseklikteki zirveye erişen ilk kişi Parrado oldu. Ancak etrafına bakar bakmaz Parrado'nun sevinci kursağında kaldı. Zira karşısında Şili'nin yeşil vadileri değil, göz alabildiğine dağlar vardı.

"5 kilometre uzakta olduğumuzu sanıyorduk ama aslında 80 kilometre uzaktaydık" diyen Parrado, o noktada çok büyük bir karar daha aldı ve batıya doğru ilerlemeye karar verdi. "Roberto'ya 'Hadi ama, tek başıma başaramam bunu. Gidelim. Geri döneceğiz de ne olacak? Birbirimize bakıp önce kimin öleceğini mi düşüneceğiz?' dedim" ifadelerini kullanan Parrado, enkazda ölmekle yolda ölmek arasında bir fark olmadığını, o yüzden devam etmeye karar verdiklerini belirtti.

Tintin'i enkaza geri dönerken (yaptıkları kızakla 1 saat içinde kampa ulaşmıştı) Parrado ve Canessa, Şili tarafına batıya doğru inişe geçti.

"BAŞINIZA NE GELECEĞİNİ BİLMİYORDUNUZ, BU SAYEDE BAŞARDINIZ"

Günler geçiyor, yürüyüşleri sürüyordu. Arazi gittikçe yumuşuyordu. Bir nehir bulup kıyısından yürümeye başladılar. İlerledikçe insan izleri görüyorlardı: Kamplardan kalan çöpler, gübre, inekler...

Nihayet nehrin karşı yakasında üç adamla karşılaştılar. Kağıtlara yazıp taşlara bağladıkları notları karşıya fırlatarak adamlara durumu anlattılar. Adamlar da onlara ellerindeki ekmekleri fırlatıp, yardım istemek için katır sırtında 10 saat mesafede bulunan polis karakolunun yolunu tuttu.

Mersin'de Kırsal Mahalle Buluşmaları Sürüyor Mersin'de Kırsal Mahalle Buluşmaları Sürüyor

Parrado ve Canessa 10 günde 60 kilometre yürümüştü. Parrado'ya göre bir gün daha dayanabilecek güçleri kalmıştı. Özellikle de Canessa çok yorulmuştu.

Yıllar sonra dağcılık uzmanlarıyla konuşan Parrado, bilgisizlikleri sayesinde kurtulduklarını öğrendi. Uzmanlar, "Neyle karşı karşıya kalacağınızı bilseydiniz enkazdan kesinlikle ayrılmazdınız. Ama başınıza ne geleceğini bilmiyordunuz ve bu sayede başardınız" demişti Parrado'ya.

VE KURTULUŞ…

Helikopterle gelen kurtarma görevlileri, Parrado'da enkazın yerini haritada göstermesini istedi. Parrado geçtikleri yolu gösterdiğinde, "Hayır hayır, orası Arjantin. Orası buraya en az 60 kilometre uzakta" yanıtını aldı.

Nihayetinde ikna olan kurtarma görevlilerinin, enkazın olduğu yere gidebilmek için bir rehbere ihtiyacı vardı. Cannesa'nın yerinden kalkabilecek hali bile yoktu. Parrado son bir gayretle helikoptere binip rehberlik yapmayı kabul etti.

Sonunda enkazı buldular. O esnada helikopter sesini duyan gençler, enkazdan çıkmıştı. Helikopter inip Parrado kapıyı açınca, arkadaşlarından üçü üzerine atlayıp sarılıp öpmeye başladı. Kurtulmuşlardı.

Herkesin aynı anda helikoptere binmesi mümkün değildi. Bu nedenle ekipten bazıları yanlarında kurtarma görevlileriyle birlikte bir gece daha enkazda kaldı.

"HASTANEYE SEDYE ÜZERİNDE GİRECEK DEĞİLİM"

Yarım saat kadar sonra helikopter Şili'nin San Fernando şehrindeki bir hastanenin bahçesine indi. Sağlık görevlileri ellerinde sedyelerle Parrado'yu almak için helikoptere doğru koştu.

Ancak Parrado yolculuğunu yürüyerek bitirmeye kararlıydı: "Helikopterle hastanenin kapısının arası 50 metreydi. Sağlık görevlilerine, 'Durun' dedim. 'Bütün And Dağları'nı yürüyerek aştım. Hastaneye sedye üzerinde girecek değilim."

Hastanede babası ve ablasına kavuşan Parrado, tanınmayacak haldeydi. 100 kilodan 45 kiloya düşmüştü. Hemşireler üzerindeki giysileri çıkardığında aynaya bakan Parrado, gözlerine inanamamıştı. Vücudunda bir gram kas kalmamıştı. Sadece kemikleri vardı.

Kendisi için asıl çilenin hastaneden taburcu olduktan sonra başladığını belirten Parrado, annesinin ve kardeşinin kaybını eve döndükten sonra hissetmeye başlamıştı.

"PSİKİYATRİSTLERE DERS VEREBİLECEK DURUMDAYDIK"

Bir gecede ünlü olmuşlardı. 6 ay boyunca gazeteciler gittikleri her yerde gazetecileri görüyorlardı. Paparazziler fotoğraflarını çekiyor, tanımadıkları insanlar sokakta yanlarına yanaşıp ellerini sıkıyordu. "Kıskandık seni" diyenler bile vardı.

Parrado'nun fiziksel olarak kendine gelmesi neredeyse 1 yılını aldı. Yeniden yemek yemeye ve ragbi antrenmanlarına başladı.

Psikolojik olarak ne kadar zamanda toparlandığını ise bilmeyen Parrado, "Travma yaşamadım, suçluluk hissetmedim ve bir psikiyatristle hiç görüşmedim. Hayatta kalınması mümkün olmayan bir durumda hayatta kaldık. Psikiyatristlere ders verebilecek durumdaydık" ifadelerini kullandı.

HER YIL 22 ARALIK'TA BİR ARAYA GELİYORLAR

Parrado ve "dağdaki kardeşleri" her yıl 22 Aralık'ta bir araya gelerek kurtarılmalarının yıldönümünü kutluyor. Parrado bu tarihin hepsi için bir "ikinci doğum günü" olduğunu belirtti.

Geçen sene 50'nci yıldönümünde eşleri ve çocuklarıyla bir araya gelip toplu fotoğraf çektiklerini söyleyen Parrado, "O fotoğrafta geri döndüğümüz için hayatta olan 147 kişi vardı. Diğer yandan geri dönmeyen aile üyelerimizi ve dostlarımızı da sevgiyle anıyoruz" diye konuştu.

Gençlerin kurtarılmasından kısa süre sonra Uruguay ve Şili hava kuvvetleri, uçağın enkazının olduğu yere mütevazı bir mezar inşa etti. Ölenlerin tamamı halen orada gömülü. Burayı Parrado, 12 defa babası ise 2008'de hayatını kaybetmeden ölmeden önce 18 defa ziyaret etti. Ölümünün ardından bir aile dostları Parrado'nun babasının küllerini de oraya götürüp eşinin ve kızının yanına gömdü.

Parrado en son 2006 yılında eşi Veronica ve iki kızıyla kaza yerine gittiğini söyledi.

Bu ziyaret sırasında bir arkadaşlarının çektiği fotoğrafın And Dağları'na dair elindeki tek hatıra olduğunu ifade eden Parrado, "Sadece sırtlarımızı görüyorsunuz ama dördümüz de oradayız ve bu benim hayatımı anlatıyor. Enkazdan ayrılıp tırmanışa geçtiğimde o ailem yoktu. Şimdi var" dedi.

Kaynak: Haber Merkezi