Kent kimliği kısaca, “her kentin kendi fiziksel, kültürel, sosyo-‐ekonomik ve tarihsel süreçlerinde şekillenen, bünyesinde barındırdığı kimselerin yaşam biçimlerine göre oluşan, kentin biçimsel değişimlerine göre kendi kendisini yeniden üreten, geçmişten geleceğe uzanan çok yönlü bir özelliktir.” Şeklinde tanımlanmaktadır. Bir başka tanıma göre ise kent kimliği, “kente ait olan, o kenti diğerlerinden farklı kılarak o kente değer katan, o kente özgü unsurların oluşturduğu bir bütündür. Kent kimliğinin ondan ayrılmaz en önemli parçası kent kültürüdür. Kent kültürü ise kısaca, kentte yaşayanların geçmişten günümüze oluşturduğu maddi ve manevi değerler bütünü şeklinde tanımlanmaktadır. Bu açıdan bakıldığında bizlere; o toplumun gelenek ve göreneklerini, alışkanlıklarını ve yaşam biçimlerini göstermektedir. Kent kimliği şüphesiz ki çok önemlidir. Kent kimliğine sahip olan kentler, bu kimlikleriyle tanınırlar ve o şekilde anılırlar. Dünya kentlerinden bazı örnekler verecek olursak örneğin, Fransa’nın başkenti Paris bir “kültür, sanat ve moda” merkezi olarak bilinir. Bugün Amerikan otomotiv sanayi denilince akla ilk gelen kent Detroit şehridir. Kumarhaneler ve eğlence merkezi denildiğinde ise akla ilk olarak Las Vegas, Monte Carlo veya Bazı Kuzey Kıbrıs kentleri gelmektedir. Sinema denilince dünyada hemen hemen herkesin aklına ilk önce Cannes veya Hollywood kentleri gelir. Türkiye’den örnek verecek olursak örneğin İstanbul, bir sanayi, turizm, ticaret ve sanat merkezidir. Bursa, bir sanayi şehridir. Eskişehir, bir üniversiteler kentidir. Antalya ismi ise bizlere hemen turizmi çağrıştırır. Demek ki Antalya, ülkemizin bir turizm merkezi haline gelmiştir. Ve adı turizmle özdeşleşmiştir. Bu gibi örnekleri çoğaltmamız mümkündür. Ülkemizde 1950’li yıllarda sanayinin yaygınlaşmaya başlamasıyla birlikte kırsal kesimlerden özellikle büyük şehirlere bir iç göç hareketi başlamıştır. Ülke nüfusu, plansız, kontrolsüz ve hızlı bir biçimde artmaya devam etmiştir. Bu artış günümüze kadar ne yazık ki durdurulamamış ve kontrol altına alınamamıştır. Aksine, uygulanan göç ve göçmen politikalarıyla nüfusumuz daha ada artmıştır. Bu nedenle ülkemizde, büyük bir konut açığı ve dolayısıyla büyük bir barınma krizi ortaya çıkmıştır. Bunun sonucunda şehirlerin imar planları allak bullak olmuş ve uygulanamaz hale gelmiştir. Türkiye’ye özgü bulunan geçici ve keyfi çözümlerle adına “gecekondulaşma” ve “çarpık şehirleşme” dediğimiz olgular ortaya çıkmıştır. Politik amaçlarla ve özellikle de oy kaygısıyla sık sık çıkartılan imar afları bu gecekondulaşma süreçlerini özendirmiştir. Tabii bu bozukluklar kendi ekonomisini de yaratmış, adına “gecekondu mafyası” dediğimiz çetelerin, kentsel toprak yağmacılarının ortaya çıkmasına neden olmuştur. Giderek şehirlerimiz, kendilerine özgü tarihi, estetik ve mimari özelliklerini ve doğal güzelliklerini kaybetmeye, kimliklerini yitirmeye ve sıradanlaşmaya başlamışlardır. Türkiye’nin şehirleri, Edirne’den Ardahan’a kadar adeta TOKİ evleriyle donatılmış, prototip inşaat projeleriyle dikey büyüyen, biri birinden farkı olmayan, estetik güzelliklerden ve mimari özelliklerden yoksun yerleşim yerleri haline dönüştür. Günümüzde, plansız, kontrolsüz ve hızlı nüfus artışı nedeniyle zaten yüksek olan ülke nüfusuna bir de dış göçlerle gelen ve sayıları on milyonlarla ifade yabancı nüfus eklenmiştir. Bu durum, konuta duyulan ihtiyacı arttırmakta ve inşaat malzemesi üreten sanayicilerin ve inşaat müteahhitlerinin iştahlarını kabartmaktadır. İstatistiklere göre Türkiye, dünyada en çok çimento ve asfalt dökülen ülke haline gelmiştir. Tabii kentlerimizi bu betonlaşmadan, bu çarpık şehirleşmeden kurtarmak ve kentlerimizin kimliğini ve kültürünü koruyup geliştirmek için yerel yönetimlere ve onların yöneticilerine çok büyük görevler düşmektedir. Ancak geliniz görünüz ki Türkiye’de belediyecilik çoğunlukla kentsel topraklar üreterek bunlardan rant devşirmek ve kısa yoldan zenginleşmek amacıyla yapılan bir uğraşı haline gelmiştir. Toplumsal, estetik, mimari, sanatsal ve insani kaygılar adeta bir tarafa itilmiş ve dışlanmıştır. Yapılan çeşitli bilimsel araştırmalarda, kent kimliğine ve kent kültürüne sahip olmayan şehirlerde yaşayan insanların çok büyük oranda kendilerine ve toplumlarına yabancılaştıkları ve bu çeşit kentlerde ise toplumsal anominin giderek daha yaygın hale geldiği yönünde bazı tespitler yapılmıştır. Yerel yönetim seçimlerinin hızla yaklaştığı ve aday adaylarının ortaya çıktığı şu günlerde; umarız ve bekleriz ki, tarihsel, estetik, mimari ve doğal güzelliklerini kaybederek kimliklerini ve öz kültürlerini yitirmiş, sıradanlaşmış ve anlamsızlaşmış olan kentlerimizi düzeltmek, eski güzelliklerine kavuşturmak, daha yaşanılır ve kimlikli kentler haline getirebilmek için sorumlu, bilinçli ve idealist adayları ve kadroları titizlikle seçme ve iş başına getirme becerisini gösterebiliriz. Yoksa şehirlerimizi yeniden ayağa kaldırarak ihya etmek ve içerisinde yaşayan insanlarımızı mutlu edebilmek için yeterli yetenekli, idealli ve nitelikli yöneticileri ve kadroları iş başına getirmekten başkaca hiçbir seçeneğimiz, umut ve beklentimiz kalmamıştır.