SİYASET VE PSİKOLOJİ-4

Abone Ol


Soyutluk ve evrensellik fikirleri, somut mücadeleler bağlamında her zaman verimli gerilimlere zemin hazırlamışlardır. Sonuç olarak modern birey olarak var olmanın kendi içinde çelişkili bir süreç olduğunu söylemek gerekir. Marshall Berman'ın ifadesi bu gerilimi çok güzel betimliyor: 'Modern olmak bizlere serüven, güç, coşku, gelişme ve kendimizi ve dünyayı dönüştürme olanakları vaat eden ama bir yandan da sahip olduğumuz her şeyi, bildiğimiz her şeyi, olduğumuz her şeyi yok etmekle tehdit eden bir ortamda bulmaktır kendimizi.'2 Her şeye rağmen, modern bireye dair Aydınlanmacı kavrayışın insan hakkında hep olumlu özellikleri öne çıkaran, asıl olarak iyimser bir görüş olduğu doğrudur.
Bu kavrayış, İnsan'ı aklın ve özgürlüğün sürekli ilerlediği varsayılan modern dönemin öznesi olarak görmüş, hem modernliğin hem de modern öznenin 2 Marshall Berman, Katı Olan Her şey Buharlaşıyor, çev. Bülent Peker ve Ümit Altuğ (İstanbul: İletişim, 1994), 27. karanlık yönlerini görmezden gelmiştir. Akıl ve irade merkezli bu liberal insan kavrayışının 19. yüzyılın ortalarından itibaren sarsılmaya başladığını söyleyebiliriz. Yüzyıl sonuna ve 20. yüzyılın başına damgasını vuran sosyalizm, muhafazakarlık, romantizm, milliyetçilik gibi anti-liberal akımlar, farklı saiklerle ve farklı tarzlarda da olsa 'homo economicus' modelinin sorgulanmasına zemin hazırladılar. Karl Marx (1818-1883), hem ekonomi politiğin hem de din ve felsefenin soyut insan anlayışını eleştirerek, insanı somut toplumsal varoluşu içinde ele almayı önerdi. Düşüncesinde psikanalizin ön izlerine saptayabileceğimiz Friedrich Wilhelm Nietzsche (1844-1900), Descartesçı insana karşı bilincin zaman ve mekana bağlı, psiko-fizik yapısını vurguladı, arzu ve içgüdülerin rolüne dikkat çekti. Genel olarak romantik-muhafazakar akım, Devrim eleştirisi bağlamında insan aklının ve iradesini sınırlarına dikkat çekerek, itaat etme ve kolektif kurum ve geleneklere uyma yönündeki duygulara, yüzyıl sonuna doğru giderek daha fazla vurgulanan 'irrasyonel' güdülere odaklandı. Gustave Le Bon (1841-1931) gibi muhafazakar düşünürler, kitleler çağından duydukları korkuyu kitle olgusunu manipüle edecek tarzda bir kitle bilimi geliştirerek giderme uğraşında, bilinç dışı davranışların siyasi yaşamdaki önemine vurgu yaptılar.
Ve nihayet, 19. yüzyıl sonunda Freud, bilinç dışı kavramının keşfiyle birlikte psikanalizi geliştirdi. Freud, Aydınlanmanın iyimserliği ile yüzyıl sonunun kötümserliği arasında bir geçiş figürü gibidir. Onun asıl radikal keşfi bilinç dışı kavramı olmakla birlikte, bilinç dışının bilgisine özellikle psikanaliz yoluyla sahip olabileceğimize de inanmıştı. Freud'un düşüncesinin radikalliği, insanda ne fizyolojiye ne de bilince indirgenebilen ayrı ve kendine özgü dinamikleri olan bir psişik yapının varlığına işaret etmesiydi. Bu psişik yapının dinamizmi, çok parçalı, kendi içinde bölünmüş ve çatışmalı olmasından kaynaklanıyordu. Freud bu psişik yapıyı, önceleri 'bilinç, bilinçaltı ve bilinç dışı' üçlüsü olarak, sonralarıysa 'id, ego ve süperego' olarak tanımladı. Sonuçta bu yapının nasıl karmaşık ve gergin bir bütün oluşturduğuna dair son derece verimli bir eser koydu ortaya.3 Freud'dan sonra onun eseri çok farklı ve çatışan biçimlerde yorumlanmış, bazı izleyicileri bilince diğerleri bilinç dışına, bazıları fizyolojiye ve içgüdülere diğerleri dil, kültür ve toplumsal ilişkilere daha fazla ağırlık vermişlerdir. Bunlar arasında en ufuk açıcı yorumlar, bana kalırsa, Freud'un psişik aygıtı kuran bölünme ve çatışmanın tam merkezine uygar toplum ve ataerkil kültürün Ödipal karakterli aile yapısını koyduğu gerçeğini fark edenler ve bu hattı izleyenler olmuştur.
Nitekim Freud'un sonraki sosyal ve siyasal düşünceye en önemli etkisi, tam da bu iktidar ilişkileri içindeki karmaşık kuruluşunu izlenmesi sayesinde öznenin giderek daha merkezsiz ve daha çatışmalı bir söylemsel kuruluş olduğunun saptanması çerçevesinde şekillenmiştir. Freud sonrasında psikanalitik düşüncenin gelişiminde en önemli uğraklardan birisi Jacques Lacan (1901-1981) ise, diğeri de Lacan'ı eleştiren feminist psikanalistler olmuştur.
Yapısalcı dilbilimi psikanaliz ile birleştiren Lacan'a göre dil, bilinç dışını anlamak için temel bir önem taşır. Ona göre, dil bilinç dışının koşuludur ve ayrıca bilinç dışı dil gibi yapılanmıştır. Lacan, öznenin (bilincin ve bilinç dışının) dile girişle yani sembolik alana giriş yoluyla kurulduğunu, ama tam da dilin yapısı nedeniyle, hiçbir zaman tam ve bütünsel bir varlık olarak kurulamadığını öne sürer. Dil, yani sembolik olan, özneye dışarıdan dayatıldığı ve onun kontrolünde olmadığı için, insanın kendi gerçekliği ile onu algılayışı arasında kapanamaz bir yarık oluşur. Bu yarık hem arzuyu var eden hem de onu imkansız kılan kurucu bir yarıktır. Lacan, dilin bu kurucu etkisini, sembolik alanı kuran temel ilke olarak 'Babanın Adı', 'Babanın Yasası', 'Yasak' yani 'Fallus' üzerinden açıklar.