SÜREKLİLİĞE OLAN TUTKUMUZ

Abone Ol


Her tanışıklık geçmişte birbirine yabancıdır. Gürültüden önce sessizlik vardır. Yani kalabalık olmadan
önce tenhalık hakimdir.
Yol bir yere gitmez ya da bir yerden gelmez. Bir yol vardır sadece ortada. Hem gidilebilir hem
gelinebilir. Yol değişmez yolcu değişir.
İnsan ne kadar ilerlerle ilerlesin ulaşmak istediklerinin hep gerisindedir. İstek bitmeyince ilerleme de
bitmez. Hep daha iyisine daha fazlasına daha çoğuna daha yükseğine kısacası hep ‘’daha’’ sı hırsıyla
yaşar durur. Ne kadar gerideyse en azından geride bıraktıklarının ilerisindedir aslında! Ama fark
edemez.
Yıllar geçer gider. Nerede olursa olsun ya da nasıl ilerlersek ilerleyelim hep birilerine göre yavaş
birilerine göre hızlıyızdır. Sadece zaman aynıdır. Ne hızlıdır ne de yavaş. O kaosun ortasında kendi
yöntemince ve hiç sekmeden akıp gider.
İnsan ne taraftan tarafa geçerse geçsin ‘’karşı’’ dadır. Hep birilerinin karşısında. Hep birilerinin
yanında. Karşıda da olsa yanındadır. Yanında da olsa karşıdadır.
Sürekli haz yoktur sürekli hüzün olmadığı gibi.
Sürekli başarı olmaz sürekli başarısızlık olmadığı gibi.
Stefan Zweig’ın insanın yıldızının parladığı anlar adlı eserinde insanın rutin ve sürekli yaşamıyla
yıldızının parladığı anlar arasındaki ilişki net bir biçimde vurgulanmıştır. Zweig şöyle der;
‘’Hiçbir sanatçı gündelik hayatının yirmi dört saatinin tamamında, kesintisizce sanatçı değildir;
esaslı, kalıcı biçimde başardığı her şey az ve nadir gelen ilham anlarında gerçekleşir. Bu durum,
gelmiş geçmiş en büyük şair ve oyuncu olarak hayranlık duyduğumuz tarih için de böyledir; o da
aralıksız biçimde yaratıcı değildir kesinlikle. Goethe’nin derin bir huşu içinde yaptığı belirlemeyle,
“Tanrı’nın gizemlerle dolu atölyesi” tarihte de bir sürü önemsiz ve sıradan şey yaşanmıştır. Burada
da tıpkı sanatın ve hayatın her alanında olduğu gibi muhteşem, unutulmaz anlar nadirdir. Bir dâhinin
ortaya çıkması için bir halktan milyonlarca kişinin gelip geçmesi gereklidir daima; tarihe geçecek,
insanlığın yıldızının parladığı an olacak bir olay gerçekleşmeden önce milyonlarca fuzuli dünya
saatinin geçip gitmesi gereklidir. Çağları aşacak bir karar anının belli bir tarihe, belli bir saate ve
çoğunlukla tek bir dakikaya toplanması, böylesi dramatik bir yığılma, böylesi kader değiştirici anlar
bireylerin yaşamlarında da tarihin akışında da nadirdir. Bütün gerilimlerin bir hazırlık süresine, her
gerçek olayın bir gelişime ihtiyacı vardır’’