Cumhuriyetin ilk yıllarında Türkiye’de devletin sinemaya yakın bir ilgi göstermesi için çeşitli nedenler vardı: Eskimiş, yıkılmaya yüz tutmuş bir İmparatorluktan yepyeni bir düzene geçen, bunu kökleştirmek için birbiri ardına her alanda devrimlere hazırlanan genç Cumhuriyet için sinemadan daha uygun bir yığınsal iletişim aracı bulunamazdı. Cumhuriyet kurulduğunda 13 milyon olan nüfusun %80’den fazlası köylüydü. Bu kesim 40.000’den fazla kırsal yerleşim birimine dağılmıştı.
Çeşitli bölgeler arasında yaşama düzeyi, toplumsal ve ekonomik yapı bakımından göze batacak ayrılıklar vardı. Nüfusun %90’ına yakını okuma yazma bilmiyordu. Bu durumda sinemanın eğitim, kültür, sanat, propaganda gücünden yararlanmak kaçınılmaz bir zorunluluktu. Cumhuriyet yönetiminin giriştiği ilköğretim zorunluluğu, tevhid-i tedrisat, harf inkılâbı, okuma-yazma seferberliği, halk dershaneleri, millet mektepleri, halkodaları, halkevleri gibi atılımlarla kendini gösteren eğitim ve kültür alanındaki savaşımda sinemadan daha uygun bir araç bulunamazdı.
Türk Sineması Cumhuriyet’in ilanına, o vakte kadar çevrilmiş en iyi öykülü film olan, Ateşten Gömlek ile girmişti. 29 Ekim’den 6 ay kadar önce, TBMM’nin kuruluşunun tam üçüncü yıldönümünde, henüz işgal altında bulunan İstanbul’da Ateşten Gömlek’in ilk gösterimi başlamıştı. Halide Edip Adıvar’ın Kurtuluş Savaşı sürerken bu savaşı konu alan romanından Muhsin Ertuğrul’un perdeye aktardığı film, ulusal duyguların doruk noktasına eriştiği bir anda izleyicinin karşısına çıkıyordu. Sinema bütün Cumhuriyet tarihi boyunca resmi makamlarca nedeni anlaşılamayan bir tutumla ihmal edildiği görülmektedir. Atatürk’ün sinemanın önemini kavradığını gösterir çeşitli örnekler bulunmakla beraber, bunun uygulanması yolunda herhangi bir girişime rastlanmamaktadır. Bunun yanı sıra sinema gösterim olarak desteklenmekle birlikte, yapım olarak, endüstri olarak, aynı destekten yoksun kaldı. Aslında II. Dünya Savaşı’na kadar uzanan dönemde gösterimin desteklenmesi için çeşitli adımlar atılmıştır. Halkevleri için dışalımı yapılacak sinema aygıtlarının çeşitli vergi ve resimlerden bağışık tutulmasını öngören bir yasayla en fazla 25 alıcı ve 100 gösterici satın alınmasına izin veriliyordu.
Atatürkçülüğün 6 ana ilkesine dayanarak sanat ve kültürün el becerilerinin her dalında etkinlik gösteren halkevleri ve halkodaları bu dönemde film gösteriminde de önemli görev yüklenmişlerdi. Kapatıldıkları 1950 yılında sayıları 474 Halkevi ve 4.036 Halkodası’na ulaşan bu kurullardan hemen her halkevinin bir sinema salonu, halkodalarının çoğunun da gazla işleyen 16 mm’lik göstericileri vardı. Buralarda sürekli film gösterimi yapıldığı gibi yazın da açık havalarda gösterimler düzenlenmekteydi.
Âlim Şerif Onaran Türk Sineması’nı şu biçimde sınıflandırmıştır:
1. Tiyatrocular Dönemi (1923-1939)
2. Geçiş Dönemi (1939-1952)
3. Sinemacılar Dönemi (1952-1963)
4. Yeni Türk Sineması
Sinema tarihçisi Nijat Özön ise bu ayrımı şu şekilde yapmıştır;
1. İlk Dönem (1910-1922)
2. Tiyatrocular Dönemi (1922-1939)
3. Geçiş Dönemi (1939-1950)
4. Sinemacılar Dönemi (1950-1970)
5. Genç/Yeni Sinemacılar Dönemi (1970 ve sonrası)
Türk sineması, savaş belgeselleri ile işe başlamış, daha sonra konulu film çekimlerine girişmiştir. Ordu dışında ilk özel yapımevi 1922 yılında kurulmuştur. Böylece Kemal Film ile sivilleşen sinema, halkın arasına karıştı. Kemal Film adına çekimler yapan Muhsin Ertuğrul ile sinema büyük halk kitlelerine ulaştı ve Türk halkını derinden etkiledi. Bu dönemde bir tarihsel kişiyi, kahramanı anlatır, yüceltir ya da tarihsel bir olayı ele alır ve bunu yorumlar. Bazen de yarı belgesel olmayı yeğler. Tarihsel sinema, çağ sineması kaynakları ve belgelerine dayandırılır ancak tümden tarafsız olması pek olası değildir. Çünkü bu tarihsel olaylar ve kişiler bir yorumdan geçirilir, bir mesaja, bir ideolojiye, siyasal bir çizgiye bağlanır.
Türk sinemasının Geçiş Dönemi, İkinci Dünya Savaşı’nın başladığı dönemlere denk gelmişti. Sinema bu dönemde çeşitli ideolojilerden uzak durmaya çalıştı. 27 Mayıs 1960 İhtilali’ne rastlayan Sinemacılar Dönemi, çok partili döneme geçişle birlikte siyasi çalkantılar ve ekonomik zorluklar arasında varlığını sürdürebildi. Kendine has bir Türk sineması üslubunu oluşturarak farklı bir anlatım dili ortaya koyamadıysa da sonradan gelecek sinemacıların önünü açmakla büyük hizmet verdi. Her şeye rağmen Türk sinemasına yeni ve başarılı isimler yer almaya devam etti. 27 mayıs 1960 ihtilalinin bir sonucu olarak, Türk Sineması’nda ideolojik kavramlar konuşulmaya başlanmış, sosyal içerikli filmler üretilmiştir. Ömer Lütfi Akad, Atıf Yılmaz, Metin Erksan, Memduh Ün, Duygu Sağıroğlu, Ertem Göreç ve Halit Refiğ gibi yönetmenler, bu yönde ürünler ortaya koymuşlardır.