USTA’NIN ÇUKUROVA’SINA BİR YOLCULUK (1)

Abone Ol

Akdeniz Bölgesi’nin kışı, Anadolu’nun başka bölgelerinde yaşanan kışlara benzemez. Yağmurlu bir günün ortasında güneş; Torosların eteklerine, Seyhan ve Ceyhan’ın coşkun akan sularına, ardından Çukurova’nın bereketli topraklarına ışıklarını cömertçe sunmaktan çekinmez. Böyle bir iklimde kendinizi,  ilkbaharın ılık geçen aylarında gibi hissedersiniz. Hele ki aylardan şubatsa, kış artık bu coğrafyada varlığını sürdürmek için ümitsizce çabalar. Ama nafile çırpınışlardır bütün bunlar. Karacaoğlan bu değişmez gerçeği taa dört asır önce şiirinde ne de güzel dillendirmiş:

                                               Çukurova bayramlığın giyerken

                                               Çıplaklığın üzerinden soyarken

                                               Şubat ayı kış yelini kovarken

                                               Cennet dense sana yakışır dağlar.

       Çukurova’yı güneyden çevreleyen Toros dağlarının eteklerinden, güneşin ışıkları henüz düşmüştü Ceyhan nehrinin kımıltısız kıyılarına. Aydınlanan Toros dağlarını ve menevişlenen ırmağı, sabahın ilk ışıklarında yakalamanın sevinci içindeydim.  Saatlerdir yollardaydım ve artan yorgunluğuma rağmen, Usta’nın Çukurova’sını ve yaşadığı köyü görme tutkusu ayaklarımı, Ceyhan nehrinin kıyılarıyla buluşturdu. Doğa harikası nehrin yuvarlak taşlı kıyılarında yürümek, tüm yorgunluğumu unutturdu.

Daha iki ay öncesine kadar bembeyaz karlarla kaplı, Torosların geçit vermeyen yamacında,  eriyen kar sularının beslediği, rengarenk çiçeklerle bezenmiş bir toprakla karşılanmak… Saklı güzelliklerle dolu Çukurova için sıradan olan bu durum, benim için oldukça sıra dışıydı. Ruhumu dinginleştiren ve coşturan bu güzellikler çiçeklerle sınırlı değildi elbette. Sürpriz bir şekilde karşıma çıkan muhteşem pınarlardan içtiğim billur sular ve Torosların doruklarından ovaya esip gelen rüzgarın uğultusu, beni tarifi imkansız mutluluklara sürükledi“Memleketimin dağlarına, ovalarına bahar gelmiş”dedim.

         İlkbaharın tüm coşkusunu, kışın bu son günlerinde Çukurova’da gözlemek mümkün.  Alabildiğine geniş ve düz ovada yükseklerde uçuşan atmacalar adeta, “Buranın tek hakimi biziz.” diye haykırıyorlar. Çukurova’ya yapılan gezilerin mevsimi de yoktur aslında. Çünkü ovanın taşında, toprağında, ağacında ve suyunda bu güzellikleri her zaman görmek mümkün. Yolculuğumun hemen başında, bir köy kahvehanesinde içtiğim çayın tadını, başka hiçbir yerde alamayacağımı biliyordum. Anadolu’nun herhangi bir köy kahvehanesinde içeceğiniz çaydan keyif almama ihtimaliniz de yoktur zaten. Acaba çok yorulup kendimi güç bela atabildiğim köy kahveleri mi beni böyle düşündürüyor? Yok yok,  köy kahveleri bu çay demleme işini gerçekten iyi biliyor.

        Köyün insanları, şubat ayının son günlerinde bağ ve bahçedeydi. Çukurova’nın çalışkan köy kadınları, arazide eşleriyle hummalı bir çalışmanın içine girmişlerdi. Onları izlediğimi fark ettiklerinde içlerinden biri, “ Hadi boş boş bakacağına gel de fidanları dikmemize yardım et.” dedi. Bu özgüveni yüksek Anadolu kadınının sözleriyle, yüzümde oluşan hayranlık dolu tebessümle yürümeye devam ettim. Tam bu sırada çalıların arasından bir kınalı keklik, telaş ve korkuyla havalandı. Kınalı kekliği, doğal ortamında görmek heyecan vericiydi.  Bu mevsimde, geçimini turunçgiller satarak sağlayan köylüler, bahçelerden portakalı toplama telaşındaydı. Yanımdan geçerken traktörlerine yükledikleri portakallardan,  gülümseyerek ikramda bulundular. Cebinden çok gönlü zengin Çukurova Köylüsü’nün bu cömertliği, beni oldukça duygulandırdı…