Zaman göreceli bir kavramdır. İçinde bulunulan duruma göre hızlı da ilerleyebilir, yavaşta. Sevmediğimiz bir işi yaparken ya da birisini beklerken geçmek bilmeyen zamanın, mutlu olduğumuz anlarda ne kadar hızlı geçtiğini farketmeyiz bile. Göz açıp kapayıncaya kadar bitip gider, mutlu olduğumuz anlar.
Hayatımızın tamamı üzerine düşünecek olursak da farklılık gösterir zamanın akışı. Geriye dönüp baktığımızda, ne kadar hızlı geçip gittiğinden bahsederiz. Gelecek ise çok uzaktadır her zaman. Çocukluk ve ilk gençlik yıllarında, hızlıca büyümek isteriz bu yüzden. Hızlıca hayata atılmak ve kendi kararlarımızı alabilmek içindir acelemiz. Belli bir yaştan sonra ise geçmişe dönmek isteriz çoğunlukla. Çünkü sorumluluklarımız artar, kaçmak isteriz. Güçtür bulunduğumuz coğrafyada yaşamak. Ayrıca beynimiz negatif olayları daha hızlı unutmaya programlı olduğundan, geçmiş hep daha güzel gelir. Misal içinde bulunduğumuz zaman bizi rahatsız etse de bir kaç yıl geçtikten sonra, aynı zaman için "Ne güzeldi" deriz. Herkes ara sıra geçmişe dönmeyi ve o zamanları bugünkü aklıyla tekrar yaşamayı hayal eder. Geçmişin daha güzel gelme nedeni, bir yandan da geleceğin genellikle karamsarlıkla anılmasından kaynaklıdır. Sonuç olarak, geçmişin hayalinde ve geleceğin karamsar düşleri arasında bugünü yitirmiş oluruz.
Zaman, insanların belki de anlamakta en zorlandığı kavramların başında gelir. İnsan hayatının ortalama 80/90 yıllık bir süreye tekabül ettiğini düşünürsek, evren üzerinde oldukça kısa bir zaman aralığına etki eder. Buna rağmen, insan kendisini evrenin merkezinde görme hastalığından kurtulamaz. Bunca yıkım, hırs, savaş da bu yüzdendir.
Günümüzde insanların neredeyse tamamı, bir koşturmacanın içerisinde oradan oraya savruluyor. Özellikle ülkemiz gibi geri kalmış coğrafyalarda ise durum daha da vahim. İnsanların kendilerine ayıracak zamanları yok denecek kadar az. Çevrenizdeki insanlara, dostlarınıza, arkadaşlarınıza bakın. Kendilerine zaman ayıramadıklarından yakınıyordur çoğu. Çalışma hayatı, geçim derdi, kalabalıkların şehir merkezlerinde yoğunlaşması gibi nedenlerden ötürü; sürekli hareket halindeler ve kendilerine ayıracak zamanları günlük bir kaç saatten ibaret. Maalesef ömrümüz bu hengame içinde geçip gidiyor. "Nasıl geçtiğini bile anlamadık, çok hızlı oldu." der mesela yaşlı insanlar. Tam da öyle; geçiyor, geçecek...
Zamanı durduramayız elbette. Fakat anlamlı kılabiliriz. Bunca karmaşanın içerisinde sürüklenmekle geçmemeli, heba edilmemeli hayat. Dolu dolu yaşadım diyebilmeli ve ömrümüzün son demlerinde geriye dönüp baktığımızda, "İşte bunları yaptım" diye gururla anlatabilmeliyiz. Çalışmak, para kazanmak, evlenmek, çocuk yapmak gibi şeyler ya da sosyal statülerden bahsetmiyorum tabii ki. Bu dünyaya gerçek anlamda bir katkı yapmaktan, silinmeyecek izler bırakmaktan bahsediyorum. Oraya buraya yönetici olmak, milyonlar kazanmak değil; bir ağaç dikmektir mesela buna örnek. En etkilisi ise sanattır üretmenin. Bu sebeple bir sanat dalı ile uğraşmalıdır her insan. Müzik yapmalı, resmetmeli gördüklerini ya da hissettiklerini; yazmalı düşüncelerini, kağıda/mısralara dökmeli, üretmeli kısaca... Üretmenin, dünyayı/kendini tasvir etmenin ve yaşadım diyebilmenin en kusursuz halidir sanat. Birilerinin beğenisine sunulmasına da gerek yoktur. Tabii güzeldir beğenilmek ama önemli olan harcanan emektir. Emin olun, bu dünyadan göçerken veya geçip gittikten sonra, akılda kalacak şey ürettikleriniz olacaktır. Nazım'ın dediği gibi; "Yaşamak şakaya gelmez, büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın. Yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin... Yaşadım diyebilmen için..."