1960’ların sonlarında gerek ABD’de gerekse Avrupa ülkelerinde 1935-1945 arasında doğmuş, pek çoğu karma okullarda okuyup üniversite eğitimi görmüş yeni bir kadın kuşağı ortaya çıkmıştır. Onlar, erkek egemen toplum düzeninin değişmesini, cinsiyetçi ayrımcılığın ortadan kaldırılmasını, kadınların özgürleşmesi için gerçekleştirilmesi gereken ön koşullar olarak görmekteydiler. Bu bilinçlenmenin arka planında hiç kuşkusuz gerek ABD’de gerekse İngiltere’de 60’lı yıllarda yüksek eğitimin kaydettiği büyük gelişme yatmaktadır. Nitekim 60’lı yılların bütün siyasal hareketlerinin odağında yüksek öğrenim görmüş ya da görmekte olan gençler kitle olarak vardır. Kadınların bu seviye eğitim görmesi kadın hareketinin çizeceği yolu belirlemede önemli faktörlerden biri oldu. Bu yılların kadın hareketi içinde yer alan feministler her zaman kendilerinden önce mücadele etmiş olanların isteklerinden çok daha fazlasını istemişlerdir. Vaatler ve gerçeklik arasındaki uçurumu her zaman sorgulamışlardır. 1960 öncesinde II. Dünya Savaşı ertesinde cepheden kitleler halinde dönen erkeklerin sivil hayata geçiş sorunu gündeme gelmişti. Batı toplumlarında faşizme direnişleri ve üretime katılmaları nedeniyle kadınlara şükran borcunun dile getirildiğine tanık olunuyordu. Örneğin İngiliz Çalışma Bakanı, 1945 Aralık ayında, ‘Savaş sırasında kadınlar harikulade şeyler yaptılar, şimdi de onların yardımına ihtiyacımız var’ demekteydi. Yine de kadınlardan asıl beklenen, terhis edilen erkeklere yer açmaları ve artık evlerine dönmeleriydi. Kadın işgücü, özellikle metalürji, kimya ve tarımda birden düştü. Kadınlar işlerini kaybetmemek için erkeklerden daha düşük ücretle çalışmayı kabullenmek zorunda kaldılar. Ama İngiliz kadınlar buna karşı koydular. ABD’de aynı politikayı uyguladı. Ama orada çalışan kadın sayısında beklenen hızda bir azalma gerçekleşmedi. Kadınlar mevcut işlerini bırakmak istemiyordu. Bir süre sonra yeniden dirilen ev kadını, annelik efsanesine kaptıran orta sınıf kadınları tanımlanması zor bir doyumsuzluk hissetmeye başladılar.

II. Dünya Savaşı’nı izleyen yirmi yılda, Batı’nın ve Doğu’nun gelişmiş ülkelerinde hükümetler, kadınlara araçsal açıdan bakma eğilimini değiştirmediler. Toplumun varoluş nedeni kadınların gizli kalmış yeteneklerini geliştirmek değildi; tersine, kadınların varoluş nedeni, toplumun üretim ve yeniden üretim ihtiyaçlarına cevap vermekti. Savaş zamanı onları üretimde ve orduda kullanan toplum, artık ihtiyacı kalmadığı dönemlerde onları gerisin geriye eve yollamakta hiç duraksamıyordu.

İşte bu şartlarda 1960’lı yıllara gelinmiş ve bahsedildiği gibi kadın hareketi içindeki feministler eski isteklerinden daha çok şeyi daha fazla mücadele ile istemeye başladılar. Mücadele eden kadınlara göre toplumda var olduğu söylenen eşitlik aslında yoktu. Çünkü kadınlar ekonomik açıdan sömürülmektedirler. İş yaşamında yarı ücretle tam gün çalışmakta; evde ise yine tüm işi hem de ücretsiz olarak üstlenmektedirler. Bunun dışında, televizyon, reklamlar ve basın tarafından da sömürülmektedirler. Yani tersi öne sürülüyor olsa bile, kadınların büyük bir çoğunluğunun ne siyasal ne de ekonomik eşitliği vardır. Doğduklarından beri iyi insanların faşizm karşı savaştıklarını gören, ezilen insanların kurtuluşu için mücadele edildiğini gören kadınların bunu kabullenmesi mümkün değildi. Kendilerinin cinsel obje ve doğurganlık aracı olarak görülmesine izin vermelerini beklemek imkansızdı. Onlara göre kendi kaderlerini tayin etme hakkı yalnızca kendilerindeydi. Savundukları en önemli ilke ikinci cins olmadıklarıydı.

      1960-70 yılları arasında yeni ortaya çıkan Sosyalist Feminizm hareketi, yaşanan dönemin toplumsal koşullar bütününe belli bir tepkiyi dile getirmektedir. Nitelik olarak antiemperyalisttir; ulusal ve uluslar arası ilerici hareketlerle dayanışma içerisindedir.  ‘Ataerkil kavramı ile kapitalizmin birbirleriyle ilişkisini ortaya çıkaran özgün bir politikayı simgelediğini ve bu arada cinsellik, sınıf çelişkileri ve ırk sorunlarını ele almayı amaçladığını’ öne sürer.

1960’ların kadın hareketlerini en çok etkileyen düşünürlerden biri Simone de Beauvoir olmuştur. ‘İkinci Cins’ adlı kitabında kadının durumunu ideler. Kitabı sadece kendi dönemini ve ABD’yi değil yıllar sonra Avrupa’da yaşanacak kadın hareketlerini de oldukça etkiler. Beauvoir, ‘Kadın olarak doğulmaz, kadın olunur’ sözünü kitabına öncü edinir. Birçok alandan yararlanarak kadının doğası ve eylemlerini biyolojinin değil, içinde yaşadığı kültürün biçimlendirdiğini savunur. Kadınlara, kendilerini rahata kavuşturacağını ve toplumla bütünleştireceğini sandıkları, ama gerçekte onları ikincilliğe mahkum eden evlilik kurumuna bağımlılıktan kurtulup, kadın onuruna sahip çıkmalarını öneriyordu. Kadınların onuruna seslenen bu varoluşçu çağrı, İkinci Cins’in çevrildiği dilleri konuşan her kıtadan ve her sosyal sınıftan kadına ulaştı.