Bir sabah uyanıyorsunuz. Havanın gri olması bile moralinizi bozuyor. Gözünüz telefonunuza kayıyor. Instagram'da biri Bali'de gün doğumunu izliyor, biri sağlıklı sabah rutinini paylaşıyor, bir diğeri “şükret, evren sana fazlasını versin” yazmış. Siz ise daha dişinizi fırçalamamışken, günün gerisinde kalmış gibi hissediyorsunuz. Ve içinizden sessizce geçiyor: “Ben neden böyle hissetmiyorum? 
İşte bu sessiz soru, günümüzün en görünmeyen psikolojik baskılarından birinin kapısını aralıyor: 

mutluluk baskısı.

Pozitif psikoloji, 1990’ların sonunda Martin Seligman öncülüğünde ortaya çıktığında, hedefi çok netti: Psikoloji sadece hastalıkla ilgilenmemeli, aynı zamanda insanları neyin iyi hissettirdiğini, onları neyin mutlu ettiğini, tatmin duygusuna neyin katkıda bulunduğunu da araştırmalıydı. Bu oldukça değerli bir başlangıçtı çünkü senelerce psikoloji, depresyonu, kaygıyı, patolojiyi anlamaya çalışırken; “iyi olma hali” yeterince sorgulanmamıştı.

Fakat zamanla, pozitif psikoloji bir bilimsel yaklaşım olmaktan çıkıp bir “kişisel gelişim akımı”na dönüştü. Popüler kültür bu alanı aldı, parlattı, sloganlaştırdı. “Pozitif düşün, pozitif yaşa”, “Kendine inan, evren seni duyar”, “Her şey senin elinde”, “Mutluluk bir tercihtir”… Ve böylece, mutluluk bir meziyet olmaktan çıkıp bir görev haline geldi.

Mutlu musun? Olmalısın. Olmuyorsan sorun sende.

Günümüzde bireyler yalnızca acı çektikleri için değil, acı çektikleri gerçeğini ifade edemedikleri için de yıpranıyor. Çünkü bu yeni kültürde mutsuzluk artık yalnızca kötü bir his değil; aynı zamanda bir “başarısızlık” işareti. “Her şeye rağmen mutlu olmayı” beceremeyen insan, kendini yetersiz hissediyor. Üzgün olmak, karanlık düşüncelere sahip olmak, yaşadığı hayatı sorgulamak — tüm bunlar neredeyse ayıplanan, gizlenmesi gereken durumlar haline geldi.
Psikoterapi odasında sık sık karşılaştığım bir cümle var:
“Biliyorum, böyle hissetmemem gerekiyor ama elimde değil.”
Bu cümle çoğu zaman suçluluk ile birlikte geliyor. Kişiler kendi duygularına yabancılaştıkça, iç sesleriyle savaşıyorlar. Kendi iç gerçekliğine ihanet edercesine, dışarıya ‘iyiymiş gibi’ yapma zorunluluğu hissediyorlar.
Ve asıl ironik olan şu: bireyler bu pozitiflik zorunluluğunun ortasında daha yalnız, daha kırılgan, daha eksik hissediyorlar.

Sosyal medyanın aynasında kendimizi tanıyamıyoruz.

Eskiden kişiler sadece yakın çevresiyle kıyaslanırdı. Şimdi dünya üzerindeki milyonlarca “mutluymuş gibi görünen” insanla karşılaştırıyoruz kendimizi. Sabah sporunu yapan, gün boyu üretken olan, ilişkilerinde kusursuz, evinde zen havası estiren birilerini gördükçe; kendi hayatımız sıradan ya da eksikmiş gibi geliyor.
Ama unuttuğumuz bir şey var: O ekranlara yansıyan hayatlar gerçek değil. Ya da en azından bütün değil. Hiç kimse kaygı dolu gecelerini, ilişkilerdeki hayal kırıklıklarını, başarısızlık korkusunu süzgeçten geçirmeden paylaşmıyor. Oysa hepimiz yaşıyoruz bu duyguları. Fakat onları paylaştığımızda “negatif” olmakla, “drama queen” ya da “enerji düşürücü” olmakla yaftalanıyoruz.
Ve böylelikle, gerçek duygularımızla yüzleşmek yerine, onları makyajlayıp sosyal medyada sahte bir mutluluk sergiliyoruz.

Duyguların hiyerarşisi mi olur?

Bugün duyguların bile sınıflandırıldığı, “iyi” ve “kötü” olarak etiketlendiği bir çağdayız. Mutluluk, minnettarlık, umut, huzur — bunlar "yüceltilen" duygular. Öfke, kıskançlık, kırgınlık, korku, kaygı — bastırılması, yok sayılması gereken “olumsuz” duygular.
Oysa her duygunun işlevi vardır. Öfke sınırlarımızı korumak için vardır. Korku yaşamda kalmamızı sağlar. Hüzün, kaybettiklerimizin yasını tutmamıza olanak tanır. Bir duyguyu yok saymak, ona ait olan mesajı da duymamaktır. Ve bastırılan her duygu, başka bir formda, çoğunlukla daha yıkıcı bir biçimde geri döner: psikosomatik rahatsızlıklar, panik ataklar, uyku problemleri, ilişkisel kopukluklar…
Duygularımızı inkâr ederek değil, onlara alan tanıyarak iyileşiriz.

Gerçek iyilik hali neye benzer?

Gerçek psikolojik iyi oluş, yalnızca pozitif duyguların varlığı değil; tüm duygulara alan açabilme kapasitesidir. Bu, zor duyguları deneyimleyebilmek, onların içinden geçebilecek cesareti gösterebilmektir.
Bir gün mutsuz uyanmak, hayattan şüphe etmek, ilişkilerde bocalamak birey olmanın parçalarıdır. Bunları yaşamak bizi zayıf değil; insan kılar. Ve belki de en olgun ruhsal gelişim, mutlu olmak zorunda olmadığımızı kabul etmekle başlar.

Son söz yerine:

Mutluluğu bir hedef değil, yaşam yolculuğunda zaman zaman uğranan bir durak gibi düşünmek gerek. Hepimiz zaman zaman kırılır, yorgun düşer, yönümüzü kaybederiz. Bu, başarısız olduğumuz anlamına gelmez. Aksine, yaşamla kurduğumuz ilişkinin en sahici yüzüdür.
Mutluluk baskısının üzerimizdeki ağırlığını fark edip, bunun karşısında durmak belki de yeni bir özgürlüğün kapısını aralar: Kendimize dürüst olma özgürlüğü. Ve belki de en derin huzur, her şeyi çözmekte değil, her şeye rağmen kendimizi sevebilmekte saklıdır.