Yas tutmak, acılara tutunmak...
Yas tutmak insanla başlayan ve bugüne kadar süregelen bir olgu, bir gerçek diyeceğim ama son
dönemdeki araştırmalar yasın insanlarla da sınırlı olmadığını pek çok hayvanın da benzer tepkiler
verdiğini ortaya koymakta...
Örneğin ölenin başında üç gün bekleyen, onu dürten kendi ailesi dışında başka yerlerden çıkıp gelen
ve etrafında dönüp duran diğer aileler...
Örneğin yine ölüsünün başında üç gün bekleyen ve merak nedeniyle de olsa yaklaşan yabancı her
türlü varlığı oradan uzaklaştıran yunuslar... Yunuslar da tıpkı filler gibi ölünün etrafında adeta dans
ediyor, onu dürtüyorlar...
Ve şempanzeler; Bir yavru şempanze öldüğünde annesi onun cansız bedenini haftalarca bazen aylarca
yanında taşıyor, tüylerini temizliyor, kaçınılmaz çürümeyi iç güdüsel refleksle geciktirmeye çalışıyor.
Annenin ölü yavruyla ilişkisi ancak çürüme nedeniyle artık tanınamaz hale geldiğinde sona eriyor...
Son üç beş yıllık bilimsel gözlemler yas tutmanın memelilerle sınırlı olmadığını ortaya koymakta.
Örnek mi; zürafaların ve çalı kargalarının da yas tuttuğu gerçeği...
Ölen sahibi etrafında ve hatta mezarları başında günlerce bekleyen hatta tuttuğu yasın etkisiyle
açlıktan ölmeye yatan köpeklerle ilgili öykülere girecek değilim.
Sadece "insan duygusal hayvandır" gibisinden ucuz tanımların ne kadar sığ olduğunu yukarıdaki
örneklerde görülen duygusal tepkilerin ortaya serdiğini anlatıp asıl mevzua, insan oğlunun yas
tutmasına değinmek, acıları dindiren bu olguların bile bizi insan yapan kimi hasletlerin eksilmesiyle ne
hallere geldiğini anlatmak, son sözü sona saklayıp değinmek istiyorum.
Sümerlerden Göktürklere, Eski Mısırdan antik Yunana, Yahudilikten İslamiyet'e izlerine rastlanan
tarihin her döneminde ölüm ve ölünün ardından yaşananlar, ritüeller gösteriyor ki, yas veya matem
insanın kaybettiğine duyduğu acının olağan bir parçası, yansıması...
Orta Asya steplerinde ölünün koyulduğu çadırın etrafında dönüp duranların yüzlerini bıçaklarla çizip
gözyaşının akan kana karışması da yasın bir parçası...
Musevilerde, cenazenin dini ritüellere uygun olarak deneyimli bir ekip tarafından hazırlanması, biri
öldüğünde, 'Hevra Kadişa' yani 'Kutsal Görev' adı verilen bu ekipten birinin cenaze gömülünceye
kadar başında bekleyerek Tevrat'tan bölümler okuması...
Katoliklerde ise aile fertleri ve arkadaşların cenaze başında bir araya gelmesi...
Antik Romalılarda evde kapalı bir yerde tutulan cenaze ve akrabaların hemen toplanarak naaş
başında mersiyeler okuması...
Anadolu gibi binlerce yıl her tür uygarlığa ev sahipliği yapmış topraklarda cenaze ve ardından tutulan
yasın yöresel farklılıklar gösterse de, acıya ortak olma, onu birlikte paylaşma, göğüsleme geleneği...
Cenazenin toprağa verilmesi, kılınan cenaze namazı, helalleşme, ardından başlayan taziye, dayanışma
adına komşuların, tanıdıkların cenaze evine yemek taşıması...
Bunların hepsi kişisel acılarla başa çıkma, göğüs germe adına iyi güzel de, son yüz yılda toplumsal
travma anlamına gelen kitlesel ölümlere, acılara karşı birlikte yas tutma hasletini mi yitirdik?
Yoksa bir acı bitmeden, durmadan sahili döven dalga misali o acıyı unutturacak diğer acıların yürekleri
dağlaması, dövmesi…
Sürekli bu topraklarda yaşayanları soluksuz bırakan ve daha bir yarayı sarmadan beteri yeni acılar
bedenimizi dövüp yüreğimizi dağladığı için mi, matemimizi bile tutamıyor, yasımızı yaşayamıyoruz?
Başka ülkelerin yaslarına ortak olup kendi acılarımızla yüzleşememek…
Bölündüğümüz cephelerde karşıdakinin acısına içten içe sevinmek…
Bu topraklarda ölüye saygı duyulur, binlerce yıllık gelenekler, eli kanlı düşman da olsa taziyeye
gelenle kucaklaşılmasını, geçmiş en ağır hesapların bile başka zamanlara ötelenmesini emrederdi…
Ahde vefayı yitirdiğimiz karanlık dehlizlerde yas geleneğinin tozlu raflara kaldırılmasına şaşmalı mıyız?
Her şeye alıştığı gibi vefasızlığı da kanıksıyor zamanla insan…
Ne diyordu Hasan Hüseyin Korkmazgil 'Acıyı bal eyledik' şiirinde?
'ekmeği bol eyledik/acıyı bal eyledik
sıratı yol eyledik/geldik bugüne'