“Bir sürü dokunmatik şeyi olan ama birbirlerinin
hayatlarına dokunamayan şaşkınlarız.
Bağıra bağıra söyleyecek çok şeyimiz var ama
doğru dürüst konuşacak hiçbir şeyimiz yok”
Gökhan Özcan’ın bu derin sözleri, modern dünyamızın yüzeysel ilişkiler ağını etkileyici bir şekilde özetliyor. Günümüzde teknolojinin hızla ilerlemesiyle birlikte, insan etkileşimi de bir dönüşüm geçirdi. Dokunmatik ekranlarla donatılmış cihazlar, mesafeleri kısaltıp iletişimi anlık hale getirirken, insanları birbirine yaklaştırması beklenirken, aslında tam tersine, birbirlerinden daha da uzaklaştırdı. Fiziksel olarak her zamankinden daha yakın olsak da, ruhsal ve duygusal olarak birbirimize o kadar da dokunamıyoruz.
Sosyal medyanın ve dijital platformların sunduğu sınırsız iletişim imkanı, bizi sürekli çevrimiçi, fakat aynı zamanda yalnız bir hale getirdi. Artık daha fazla konuşuyor, daha fazla yazıyor, daha fazla paylaşıyoruz. Ancak bu yoğun iletişim, gerçekten birbirimizi anladığımız, empati kurduğumuz veya derin bağlar oluşturduğumuz anlamına gelmiyor. Çoğunlukla sesler yükseliyor, kelimeler çoğalıyor ama aslında konuştuğumuz şeylerin anlamı azalıyor.
Bir yandan bağırarak anlatacak çok şeyimiz var; toplumun sorunlarından kişisel acılarımıza kadar pek çok konuda kelimelerimiz tükenmezken, öte yandan bu kelimelerin derinliği kaybolmuş durumda. Teknoloji, dokunmatik ekranlar üzerinden dünyayı parmaklarımızın ucuna getirirken, gerçek anlamda “dokunma” becerimizi, bir insanın ruhuna veya kalbine dokunma yetimizi elimizden alıyor. Bu durum, giderek artan bir boşluk hissi yaratıyor; sanki her şey elimizin altında ama hiçbir şey gerçek anlamda bizim değilmiş gibi.
Bu yüzden, Gökhan Özcan’ın sözleri, modern insanın dijital çağdaki yalnızlığını ve paradoksunu çarpıcı bir şekilde ifade ediyor: "Bir sürü dokunmatik şeyi olan ama birbirlerinin hayatlarına dokunamayan aşıklarız." Hayatlarımızın merkezine teknoloji oturmuşken, içsel bağlarımızı kaybetmemek için birbirimize yeniden gerçek anlamda dokunmanın yollarını bulmalıyız.