Modern insanın en büyük yanılgılarından biri, mutluluğu dışsal şeylerde aramaktır. Sahip olmakla var olmanın birbirine karıştığı bu çağda, gönlümüzü neye verdiğimizi çoğu zaman fark etmeyiz. Paraya, başarıya, statüye, güzelliğe, sosyal onaya… Belki de en çok da dünyaya duyduğumuz aşka.
Oysa dünya, sevilecek bir yerdir evet ama sevilmeyecek kadar geçicidir de. Onun cazibesi göz alıcıdır; ama bu cazibe, gerçeğin üstünü örten bir tül gibi, hakikati silikleştirir. Ve biz bu tülün ardından bakarken, içimizdeki derin boşluğu “biraz daha fazla” ile doldurmaya çalışırız. Biraz daha çok para, biraz daha çok beğeni, biraz daha çok alkış… Ve her adımda, hakiki aşktan bir adım daha uzaklaşırız.
Dünyaya duyduğumuz bu aşkın peşinden koşmayı bıraktığımız an, işte o zaman yüreğimiz hakiki aşka açılır. Bu hakiki aşk, dünyevi bir sevgiliye değil; insanın özüyle, yaratılış gayesiyle, varoluşun anlamıyla kurduğu bağdır. Kimi buna Allah der, kimi hakikat, kimi sevgi… Ama adı ne olursa olsun, bu aşk insanı doyurur, sakinleştirir, köksüzlükten çıkarır.
Dünyaya dair hırslarımızdan sıyrıldıkça, kalbimizde başka bir kapı aralanır. O kapının ardında bir sükûnet vardır; ne elde etmek için yarışan bir zihin, ne kaybetme korkusuyla titreyen bir yürek… Sadece “olmak” vardır. Ve sadece “olabilen” kişi, gerçek aşkı hissedebilir.
Bu aşk, bir başkasına zarar vermeyen, karşılık beklemeyen, dünyaya tutunmayan bir sevgidir. Bu yüzden hakikidir. Bu yüzden sonsuzdur.
Belki de bu yüzden, ne zaman ki dünyaya olan aşkımızdan vazgeçeriz, asıl o zaman gerçek sevgiyi, gerçek özgürlüğü buluruz. Çünkü hakiki aşk, dünyadan değil, yüreğin derinliğinden doğar.