Eğitim öğretim kurumlarının en üst halkası olan üniversitelerin eğitimde ve toplumsal yaşamda ayrı bir önemi bulunmaktadır. Üniversite kavramı, dünyada olduğu gibi ülkemizde de önemine vurgu yapılan kurumlardan birisidir. Cumhuriyet döneminde önemli bir gelişim süreci içine giren yüksek öğretim, ülkemizin gelişen sosyo ekonomik yapısına göre şekillenmekte ve bu hizmet büyük ölçüde devlet tarafından verilmektedir.
1- Üniversite, tüm bilim alanlarındaki eğitim-öğretimin, araştırma faaliyetleri ile birlikte ve bir bütünlük içinde yürütüldüğü bir kurumdur.
2- Üniversitenin mesleki ve teknik yüksekokuldan farklı olarak temel işlevi, herhangi bir mesleğe yönelik olmaksızın eğitim-öğretim ve araştırma yapmaktır.
3- Üniversitenin sahibi devlet değil millettir; devletin görevi öğretim üyelerini atamak, maaşlarını ödemek ve çalışmaları için gerekli özgürlük ortamını oluşturmaktır. Öğretim üyeleri ve öğrenciler dini veya siyasi hiçbir etki altında kalmadan özgürce araştırma ve eğitim yapabilmelidirler. Üniversite yönetiminin kurumsal bir yapı kazanmasının kökenlerinin Humbolt’un fikirlerine dayandığı ve kurduğu üniversite sisteminde yer alan araştırma ve öğretimin birliği ilkesinin günümüz üniversitesini kalıcı bir şekilde etkilediği belirtilmektedir.
“Dar” kelimesi her ne kadar Arapça’da ev anlamına geliyorsa da terim olarak okul, mektep anlamı taşımaktadır. Bir yüksek okul olarak ise; Fen Fakültesi manasındadır. Buradan hareketle, bu okula “Darülfünun”(Fenler Evi) adı o günün şartlarında medreseden ayrı bir müessese olduğunu ortaya koymak için verilmiştir. III. Selim, II. Mahmut gibi reform yanlısı sultanlar, medrese türü eğitime ve ulemalara bağlı olmayan bir yüksekokul tipinin gelişebilmesi amacıyla hareket etmişlerdir. Bu gelişme, ilk önce askeri alanda, meslek okulları ve yüksekokul kuruluşlarıyla başlar, daha sonra tıp, ziraat, madencilik, idari bilimlerle genişler. En sonunda 19. yy.’ın ortalarında batıdaki örneklerine göre bir üniversite kurma noktasına gelinmiştir. Bu dönemde öğrencilere bir alanda uzmanlık kazandırmak veya bilimsel araştırma yapmak şeklinde açıklanamayacağı görülür. Açılan okullarda, dönemin yetişmiş insan gücü ihtiyacı en büyük öneme sahiptir. Bu amaçla kurulan okullardan biri de 1827’de de hekim yetiştirmek üzere kurulan Tıphane-i Amire’dir
Sait Paşa tarafından devlete iyi ve kaliteli memur yetiştirmek için yatılı bir Ticaret Mektebi açılmıştır. Ayrıca Müze-i Hümayun ve memurlara yabancı dil öğretmek üzere Fransızca beş yıl öğrenim süreli Hariciye Nezaretine bağlı bir Lisan Mektebi ve Ameliyat Ziraat Mektebi gibi kurumlar açılmıştır. O dönemde kurulan bir diğer yüksekokul ise 1859 yılında Tanzimat’ın yeni sistemini yönetecek eleman ihtiyacını karşılamak için kurulan Mektebi Mülkiye’dir3. 1867 yılında kurulan Askeri Tıbbiye içinde Mekteb-i Tıbbiye-i Mülkiye ise, sivil okul olup, İkinci Abdülhamit döneminde ayrı bir yükseköğretim kurumu haline gelmiştir.
Osmanlı toplumunda darülfünun kavramı, yönetimin gündemine Tanzimat döneminde girmiştir. Bu kurumun oluşması için ilk adımların gerçekleştirilmesinin gerisinde Tanzimat’ın en güçlü figürü Mustafa Reşit Paşa bulunmaktadır. Mustafa Reşit Paşa Osmanlı yönetiminin kalemlerinde yetişmiş ve dünya görüşünü başarılı Paris ve Londra sefirlikleri döneminde oluşturmuştur. Beşiktaş ve Ortaköy’de birbirine yakın yalıları olan belli sayıda Osmanlı eliti, yaklaşık olarak 1820’li yıllardan sonra bir araya gelerek, yalılarında düzenli olarak talebelerine medresede ele alınan konulardan farklı ya da daha ileri düzeylerde dersler vermeye başladılar. Mustafa Reşit Paşa’nın yedi ay süren ilk sadrazamlığı sırasında darülfünunun kurulması konusunda atılan ilk adım da darülfünun binasının yapımının Fossati kardeşlere verilmesi oldu. Fossati kardeşler Mustafa Reşit Paşa’nın güvendiği, koruduğu İstanbul’da çalışan İtalyan mimarlardır.
Tabii bir darülfünun kurulmasının en kolay yönü binasının yapılmasıydı. Asıl zorluk ders vereceklerin sağlanması ve yetiştirilmesi, ders malzemelerinin hazırlanması, laboratuvarların, kütüphanelerin kurulmasındaydı. Bu konuda yeterli gelişme sağlanamayınca Mustafa Reşit Paşa’nın ikinci sadrazamlık döneminde bu amaçla Encümen-i Daniş’in kurulmasına girişildi.
Darülfünunun ikinci binasının da inşaatının tamamlanmasının ardından Tahsin Efendi müdür oldu. Öğretim kadrosunun tamamlanarak öğrenci kaydına başlanmıştır. 1000 öğrencinin girdiği sınavda 450 öğrenci Darülfünun-u Osmani’ye kabul edilmiştir. Okutulacak dersler nizamnamede belirtildiği halde her konuda hoca ve kitap sağlamakta karşılaşılan zorluklar karşısında bazı değişiklikler yapılarak, askeri okullardaki hocalardan yararlanılmıştır. Bu nedenle öğretim üyelerinin önemli bir kısmı yarı zamanlı olmuştur. Darülfünun 20 Şubat 1870’de Sadrazam Ali Paşa’nın katıldığı bir törenle açılmıştır. Darülfünun’un kuruluş amaçları şöyle sıralanabilir: Müslim ve gayrimüslim bütün Osmanlı tebaasının yan yana okuyup yetişebilmelerini sağlamak, yatılı bir okulun eğitim şartları içinde ortak bilgiler ve özellik kazanmalarını sağlamak, buradan mezun olanların batılılaşma yolunda devletin kamu hizmetlerinde yer almalarını sağlamak, medreseler dışında dini gelenek ve etkilerden uzak modern bir üniversite eğitimi yapmaktır.
1914’te Birinci Dünya Savaşı’na giren Osmanlı Devleti, Almanya ile ittifak halinde bulunmaktan yararlanarak, Darülfünun’da büyük bir ıslahata girişmiş, Almanya ve Avusturya- Macaristan’dan pozitif bilim, felsefe ve edebiyat alanları için profesör ve doçentler getirtilmiştir. 1914’e kadarki ikinci ıslahat sırasında, öğretim kadrosu, Tıp Fakültesi müstesna olmak üzere, çoğu Alman olan yabancı profesörlerle Darülfünun’un geniş alanda takviyesi suretiyle Nazır Şükrü Bey’in zamanında teşkilatlanmıştır. Nazır Şükrü Bey, Edebiyat Fakültesine 10, Fen Fakültesine 6, Hukuk Fakültesine 4 Alman profesörü getirtmiş ve bunlar I. Dünya Savaşının sonuna kadar İstanbul’da kalmışlardır.