86 yıl boyunca müze olarak hizmet vermiş olan Ayasofya, Ayasofya-i Kebir Cami-i Şerifi ismiyle kılınan cuma namazı ile 24 Temmuz 2020 tarihinde resmen ibadete açıldı. O günden sonra Ayasofya, ilginç bir statü ile hizmet veriyor. Bu yeni statüsüne göre namaz saatlerinde ibadete açılan Ayasofya, diğer saatlerde ise yine müze olarak yerli ve yabancı turistlerin ziyaretlerine açılıyor. Tarihsel önemi ve mimari özellikleri nedeniyle yine ziyaretçi rekorları kırmaya devam ediyor. Ayasofya hizmete açıldığı 1537 yılından buyana her devirde insanları etkilemiş, merak uyandırmış ve ilgi çekmiştir. Yüzyıllar boyunca Ayasofya üzerine yapılmış olan bilimsel araştırmalar ve yazılmış olan kitaplar sayamayacağımız kadar çoktur. Bu araştırmalar günümüzde de hız kesmeden aynen devam etmektedir. Her gün Ayasofya üzerine yazılmış yeni yeni kitaplar yayınlanmaktadır. Ünlü best-seller yazarı Dan Brown’ın “Inferno” adlı romanı, Ayasofya’nın gizemlerini konu edinmektedir. Bu romanda anlatılan olayların büyük bir kısmı, Ayasofya’nın altındaki, bir kısmı da sarnıçlarındaki sular içerisindeki labirent gibi dallanıp budaklanan dehlizlerde geçmektedir. Ayasofya, ülkemizdeki en çok ziyaret edilen müzedir. Resmi verilere göre, Ayasofya Müzesini 2022 yılında büyük çoğunluğu yabancı turist olmak üzere 13 milyon 635 bin 229 kişi ziyaret etmiştir. Lozan dâhil uluslararası anlaşmalarda Ayasofya’nın ibadethane yapılmasını engelleyen herhangi bir hüküm yoktur. Ayasofya Bakanlar Kurulu kararıyla ibadete açılabilir. Ve yine aynı yol izlenerek eskisi gibi tekrar müzeye çevrilebilir. Buna karar verecek olan siyasal iktidarlardır. Ayasofya’nın müze yapılması yıllarında bazılarının dile getirdiği gibi herhangi bir dış baskının yapılmış olması ya da herhangi bir talepte bulunulması gibi bir durum asla söz konusu olmamıştır. Bu tip yorumlar tamamen tevatürdür. Çünkü İstanbul, 1918 yılında İngiliz ve Fransızlar tarafından işgal edilmiştir. 1923 yılına kadar bu işgal sürmüştür. Ancak bu yıllarda işgalci güçler tarafından Ayasofya’nın kiliseye çevrilmesi yönünde en küçük bir girişim dahi olmamıştır. Ayasofya 1931 yılında onarılacak diye kapatılmıştır. 22 Kasım 1934 tarihinde müze olarak hizmete açılmıştır. Atatürk, 1934 yılının aralık ayında bu müzeyi ziyaret etmiştir. Ayasofya’nın yapımına Bizans İmparatoru Jüstinyen’in tahta çıkışının 5. Yılında, 532 yılının şubat ayında başlanmıştır. Yapımında on binlerce insanın çalıştırılması ve ülkenin çeşitli yerlerinden getirtilen hazır malzemenin kullanılması nedeniyle 5 yıl gibi kısa bir sürede çok büyük oranda tamamlanarak kullanıma açılmıştır. Ayasofya uzmanlarının söylediklerine göre, inşaatında kullanılan her bir taşın geçmişteki önemli bir olayla bağlantılı simgesel bir anlamı vardır. Simgesel anlam taşıyan inşaat malzemelerinin büyük bir kısmı Efeste’ki Artemis Tapınağından, Mısır’daki Güneş Tapınağından, Lübnan’daki Baalbek Tapınağından ve Tarsus’taki Pagan (Donuktaş) tapınağından sökülerek getirtilmiştir. İnşaatta kullanılan malzeme ve aksesuarlar pagan, Ortodoks, Katolik ve İslami unsurlar içermektedir. Ayasofya, 1537 yılında tamamlandıktan sonra, 1520 yılında İspanya’daki Sevilla Katedrali yapılıncaya kadar 983 yıl boyunca dünyanın en büyük binası olma özelliğini korumuştur. Günümüzde bile, dünya mimarlık tarihinin en büyük ve önemli eserlerinden birisi olarak kabul edilmektedir. Ayasofya, ibadete açıldığı 537 yılından, 1453 yılına kadar 916 yıl boyunca Ortodoks Kilisesi olarak hizmet vermiştir. Fatih tarafından ibadete açıldığı 1453 yılından, müze yapıldığı 1934 yılına kadar ise tam 481 yıl boyunca cami olarak hizmet vermiştir. 1481 yıllık böyle bir yapıya ilişkin pek çok gizemli öykünün, sır dolu olduğuna inanılan simgelerin, kehanetlerin, dinsel söylencelerin ve şehir efsanelerinin üretilmiş olması son derece doğaldır. Hıristiyan halkın inandığı bir söylenceye göre, 1453’te İstanbul’un fethinden sonra, güney galerisi içindeki bir şapelde bir papazın kutsal kâse ile kaybolduğuna ve onun bir gün tekrar ortaya çıkacağına inanılmaktadır. Müslüman halkın bir inancına göre ise, Hızır peygamber parmağını kuzey galerisindeki mermer sütunda bir deliğe sokarak Ayasofya’nın yönünü kıbleye çevirmiştir. Ayasofya’daki yaz kış nemli olan bir sütundan damlayan suyun, Hazreti Meryem’in şifalı gözyaşları olduğuna inanılmaktadır. Evliya Çelebi’ye göre, Ayasofya’nın 361 kapısı vardır. Bunların 100 tanesi tılsımlıdır. Kapılardan birisinin gözle görülemediğini söyleyen Evliya Çelebiye göre, her sayıldığında kapıların sayısı değişmektedir. Ancak Ayasofya’nın bazı kapıları vardır ki, bunlar kullanılış amaçları, kullanılan malzemenin özellikleri, getirildikleri şehirler ve işlevleri açısından çok önemli ve çok ünlüdürler. Bunlardan birincisi, Ayasofya'nın en büyük kapısı olan İmparator Kapısı’dır. Bu kapı, yalnız İmparator ve maiyeti tarafından kullanılırdı. Doğu Roma kaynaklarında, kapının, Nuh'un Gemisi'nin tahtalarından yapılmış olabileceğinin yanı sıra, Yahudilerin kutsal levhalarının saklandığı Hazreti Musa’nın ahit sandığının tahtası da olabileceği bilgisi geçmektedir. İkincisi, Mermer Kapı’dır. Bu kapıya Cennet Cehennem Kapısı da denilmektedir. Mermerlerinin Efes’teki Artemis tapınağından sökülüp getirildiği söylenmektedir. Üst düzey din adamlarının toplantı yaptıkları odaya geçmek için kullandıkları kapıdır. Üçüncüsü ise, “Güzel Kapı”dır. Milattan Önce II. Yüzyılda yapıldığı tahmin edilmektedir. Ayasofya’da devşirme malzeme olarak kullanılan en eski mimari eleman bu kapıdır. Tunçtan yapılmış kapı kanatları, kabartma şeklinde bitkisel ve geometrik desenler ile süslüdür. Kapı kanatları üzerinde, "Tanrı ve İsa Yardım Etsin" ibaresi ile İmparator Theodisius, İmparator Michael, İmparator Theophilos, İmparatoriçe Theodora ile Michael Niktion kelimeleri ve 838 tarihini temsil eden isim baş harflerinden meydana gelen desenler görülmektedir. İmparator Theophilos (829- 842) tarafından 838 tarihinde, Tarsus'taki Antik Döneme ait bir pagan (donuktaş) tapınağından sökülüp, getirilerek, buraya konulmuştur. Doğu Roma Döneminde İmparatorlar, büyük törenlerde "Güzel Kapı" ya da "Vestibül Kapısı" olarak da adlandırılan bu kapıdan geçerek tören alanına girmekteydiler. Tarsus’tan götürülmüş olması nedeniyle halk arasında bu kapıya “Tarsus Kapısı” adı da verilmiştir. Uzunca bir süre kullanılan “Tarsus Kapısı” adı zamanla sönümlenerek unutulmaya yüz tutmuştur. Bu isim Tarsus’lular tarafından yeniden canlandırabilir. Kapının birebir bir örneği yapılarak Tarsus’un uygun bir yerinde estetik bir anıt olarak sergilenebilir. Kültür ve Turizm Bakanlığı’yla irtibata geçilerek Ayasofya’daki kapının yanına Tarsus’la tarihi bağlantısını gösteren bir panonun asılması sağlanabilir. Bundan sonra Tarsus’u tarihi ve turistik açıdan tanıtmak için hazırlanacak olan rehber kitaplarda bu bilgilere de Tarsus’un tanıtımı açısından özellikle yer verilmelidir. Ayasofya’nın yıllık ziyaretçi sayıları göz önünde bulundurulduğunda Ayasofya ve Tarsus ilişkisinin ön plana çıkartılarak vurgulanmasının Tarsus’un tanıtımı ve Tarsus turizminin geliştirilmesi açısından ne kadar yararlı olacağı kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Ayasofya ve Tarsus ilişkisine ilişkin tarihi gerçekler burada kısaca açıklamaya çalıştığım gibidir. Elbette ki bu konu, tahminlerimizden çok daha geniş özel bir uzmanlık konusudur. Doğaldır ki bu bilgi ve önerilerin değerlendirilmesi ve bu konuda somut bazı adımlar atılması sorunu, doğrudan doğruya konuyla ilgili görevli ve yetkililerin yaklaşım ve girişimleriyle ilgili bir sorundur.