Bilim, ölüme çare bulacak mı?

İnsanoğlu zeki bir varlık olmasına rağmen, doğasında bazı mantıksızlıkları da barındırır ve insan doğası mantıklı davranmaktan ziyade, mantıksızlığa daha meyillidir. Ancak bu gerçeğe rağmen, biz insanlar kendimizle ilgili değerlendirmelerde bulunurken hep mantıklı olduğumuzu iddia ederiz. Oysa mantıklı hareket etmek ve yaşamımızı mantığın çizdiği yörüngede devam ettirmek için çok yoğun bir eğitim ve çabaya ihtiyaç duyarız. Eğer zannettiğimiz gibi mantıklı canlılar olsaydık insanlık tarihi bu kadar trajediyi bünyesinde barındırmazdı ve günümüz dünyasında bu kadar adaletsizlik, kötülük ve diğer bir sürü felakete şahitlik etmezdik. Bir kez bu hakikati kabul edip; konuya öyle giriş yapalım. Ölümsüzlüğü bulacağımız fikri de bu mantıksız tarafımızdan beslenir. Oysa ölüm, yaşam döngümüzün tek ve değişmez gerçeğidir ve aslında doğduğumuz andan itibaren ölmeye başlarız. Bir yönüyle yaşam dediğimiz şey aslında parça parça ölmektir. Ve bize göre ölüm de bu parça parça ölümlerin bileşkesidir ve yaşamın en zirve deneyimidir. Bu nedenle ölüm, korkulacak bir şey değil sevilecek bir zirveleşmedir. Zaman içerisinde bir psikolog olarak mesleki tecrübelerim ışığında, yaşam ve ölüm üzerine düşünürken fark ettiğim şey şu olmuştu; ölümle sağlıklı bir bağ kuramayan(ölüm korkusunu, yaşam tutkusuna çeviremeyen) bir birey psikolojik bir sürü handikap yaşıyordu.(Psikolojik rahatsızlıkların hemen hemen hepsinin üstünden örtüyü kaldırdığımızda gördüğümüz şey ölüm korkusudur.)

 İşte bu yüzden ölümden korkmamak ve en az yaşam kadar müthiş bir deneyim olacağını bilmek gerekiyor. Bize göre ölümsüzlüğü bulmak(fakat ortalama ömür uzayacak) imkansız bir durum. Çünkü Varoluş’a ters bir çaba. Her şey doğuyor ve ölüyor. Bütün varlıkta bu yasa işlerken; insanın bunu tersine çevirmek istemesi, dünyevi açıdan ele alındığında tam bir açmaz fakat manevi yönden ele alındığında ise insan, sonsuzu istiyor ve ancak bu arzusu sonsuzlukla tatmin olacak. İşte bu düşünce bizi ölümün bir son değil, sonsuz bir yaşamın başlangıcı olduğu çıkarımına götürür. İnsan bedeni ve işleyişi tam anlamıyla evrenin bir minyatürüdür denebilir ve bizim de evrene dair bilgimiz hiçbir zaman evreni tam anlamıyla ihata edecek düzeye erişemeyecek. İşte bu nedenle de insan, bedeninin işleyişinin yasalarına da tam olarak nüfuz edemeyecek ve bu durumda da ölümsüzlüğün dünyevi boyutlardaki imkansızlığı gerçeğini ortaya çıkaracak.

 

Din ve bilim çatışmasının kökeninde ne vardır?

Varoluş’un(Yaratıcının, yaratıcılığının tezahürü olan her şey) algımızla etkileşimi açısından üç olası durum vardır:

1-Bilinen

2-Bilinmeyen

3-Bilinemeyecek olan

Bilim, bilinmeyeni, bilen yaparak yol alır. Bu sürekli devam eden bir çizgiselliğe sahiptir. Ve Varoluşun ‘nasılını’ merak edip; bunun sırrını çözeceğini iddia eder. Bilim, bu konuda kesin başarısız olacaktır. Çünkü  gözden kaçırdığı nokta şudur; ‘bilinemeyecek olan’a dairdir. Din ise varoluşun ‘nedenini’ merak eder ve vardığı nokta bunun bilinemeyeceği ancak deneyimlenebileceğidir. Aslında Din ve Bilim arasındaki çatışmanın temeli varoluşu sorgularken kullandıkları soru kalıplarında gizlidir. İnsanlığın bu zamana kadar vardığı nokta şu olmuştur: Varoluş, kalbe uğramayan bir akılla bilinemez ve deneyimlenemez. Varoluşun deneyimlendiği yer de kalptir.(Yani duygular, hisler ve sair latifeler yoluyla. Salt düşünceyle bu imkansızdır.)

Akıl, Batı medeniyetini yani bilimi, Kalpte kadim Doğu bilgeliğini (dinlerin özündeki maneviyatı) temsil eder. İnsanlığın gerçek aydınlanması ancak bu iki kutbun bir araya gelişiyle mümkündür. Birbirlerini inkar temelinde ele almaları insanlığın genelini kapsayacak bir aydınlanmayı sekteye uğratmaktadır.

Yaratıcıdan korkulmalı mı? Yoksa Yaratıcı sevilmeli mi?

 Günümüz müslüman kalitesinin bu kadar düşük olmasının nedeni korku temelli bir Yaratıcı tasavvuruna sahip olmalarıdır. Korkak insan ise ikiyüzlüdür ve samimiyetini yitirmiştir. Samimiyetini yitiren biri de asla dindar olamaz ‘dinci veya dinbaz’ olur. ‘Dindar’ın’ dini tercihi ne olursa olsun samimidir ve benim nezdimde de saygıdeğerdir. Dindar, Yaratıcıyı ve yaratılanı çok sever. Ve yine dindar bireyde Yaratıcı’nın sevgisini kaybetme korkusu vardır. Buna ‘havf’ denir. Kalben hissedilen bir korkudur. Meşru olan korku budur. Dinbaz ise Yaratıcı’nın kendisinden korkar. Bu korku ‘dincinin’ aklını bloke eder. Yaratıcıyı sevemediği gibi yaratılanı da sevmez. Çünkü sürekli bir korku halindedir ve manevi olarak bir felç hali yaşamaktadır. Siyasal İslamcıların kitle tabanı bu sınıftır. Ve bu sınıfın dini ve milli değerlerini sömürerek iktidarlarını tesis ederler. Bu arada yeri gelmişken ifade edeyim; Siyasal İslamcılık bir ideolojidir. Marksizm, Faşizm gibi bir ideolojik kodlanmadır. Dindarlıkla alakaları yoktur. Çünkü hakiki dindar bir adam siyasetçi olamaz; bir siyasetçi de hakiki dindar olamaz.

İnsanlık uzayda bir yaşam alanı oluşturabilecek mi?

Hiç hesapta olmayan büyük kütleli bir göktaşı dünyamıza çarpmazsa veya psikopat siyasetçinin biri, bir nükleer savaş başlatmazsa vb. bu tür beklenmedik durumlar oluşmazsa, günümüz teknolojik gelişim hızıyla yaklaşık 500-1000 yıl arası bir zaman diliminde uzayda bir yaşam alanı tesis edilebileceğini düşünüyorum. Çünkü uzayda yaşam alanı oluşturmak sanılanın aksine çok zor bir durumdur.