Geçtiğimiz Cumartesi günü, İnternet gazetelerinin ve televizyonların normal yayın akışlarını keserek son
dakika notuyla geçtikleri bir habere göre İsrail, Lübnan’ın başkenti Beyrut’u bombalayarak Hizbullah
lideri Hasan Nasrallah’ı ve diğer önde gelen bazı Hizbullah komutanlarını öldürmüş ve Lübnan’ın
güneyinde yer alan bazı kentleri bombalamaya başlamıştı. Ekranlara yansıyan görüntülerde, yıkılan
kentleri, bu kentlerdeki evlerini barklarını terk ederek kuzeye doğru kaçan çoluk çocuk, yaşlı genç, kadın
ve erkek on binlerce Lübnanlının yürekleri burkan, gözleri yaşartan dramlarını izledik. Görüntüler kısmen
7 Ekim’de Gazze’de yaşananlara benziyordu. Bu görüntülerde bir kez daha savaşın soğuk, kirli, kanlı ve
korkunç yüzünü gördük. Konu savaşa geldiğinde her zaman yazıyor, söylüyorum. Buna gerçekten de
yürekten inanıyorum. Normal ve sağlıklı hiçbir insan savaş yanlısı ve savaş heveslisi olamaz. Çünkü
savaşların kazananı yoktur. Özellikle de günümüzde meydana gelen savaş dünyanın neresinde olursa
olsun tüm insanların yaşamını olumsuz yönde etkilemektedir. Savaş yaşanan yerlerde ve cephelerde
kalmamaktadır. Savaşlar her şeyden önce, tüm dünyayı kapsayan ve tüm insanları etkileyen ekonomik
bunalımlara neden olmaktadır. Hiç kuşkunuz olmasın, giderek bir bölgesel savaşa dönüşen ve Filistin-
İsrail savaşı olarak başlayıp bir Arap-İsrail savaş olarak devam eden bu savaş ta bizlerin yaşamına en
azından kısa vadede pahalılık olarak yansıyacak ve zaten zorlaşan yaşamlarımızı daha da zorlaştıracaktır.
Yaşanan bu savaşın elbette ki daha başka sonuçları da olacaktır. Şunu hiç aklımızdan çıkartmayalım ki,
uluslararası ilişkilerde her zaman ve kaçınılmaz olarak görünür gerekçelerin arkasında mutlaka ve
kaçınılmaz olarak görünmeyen bazı gerekçeler vardır. İşte bu nedenledir ki uluslararası ilişkiler doğru
biçimde anlayabilmek için bu görünmeyen gerekçeleri doğru biçimde öngörebilip doğru çözümleme ve
değerlendirmeler yapabilmemiz gerekmektedir. Yaşadığımız bu savaş gönümüzün bir sorunu gibi
görünmektedir. Ancak işin şu yanını da hiç aklımızdan çıkarmayalım ki, bugün güncel sandığımız bazı
olayların da kökeni çok eskilere dayanmaktadır. Bizim güncel sandığımız Filistin-İsrail savaşlarının kökeni
de ta Milattan binlerce yıl öncelerine dayanmaktadır. Eğer Yahudilerin kutsal kitabı Tevrat’a şöyle bir göz
atarsanız, Tevrat’ın pek çok bölümünde Filistinliler ile İsrail oğulları arasında geçen pek çok savaşın
öykülerine rastlarsınız. Eğer televizyonlarımızı izliyorsanız pek çok değerli uzman televizyonlarımıza
çıkıyor ve bu yaşanan savaşların Büyük Orta-Doğu projesiyle bağlantılı olduğunu söylüyorlar. Bu
tespitlerde elbette doğruluk payı vardır. Ancak bu savaşların bir boyutu da Yahudilerin kutsal kitabı
Tevrat’ta tanımlanmış ve sınırları belirlenmiş olan Vaat Edilmiş kutsal topraklara dayanmaktadır. Şurası
iyi bilinmelidir ki, İnsanların olduğu gibi devletlerin de ideolojileri vardır. Örneğin Türkiye Cumhuriyeti
Devletinin ideolojisi “Yurtta sulh cihanda sulhtur.” Amerika Birleşik Devletleri’nin ideolojisi “tüm dünyayı
kanıyla canıyla Anglo-Saksonların egemenliği ve hegemonyası altına sokuncaya kadar mücadele
etmektir.” İsrail Devleti’nin nihai amacı ve ideolojisi de Vaat Edilmiş kutsal topraklarda büyük İsrail
Devletini kurmaktır.” Dikkat ederseniz İsrail bayrağı beyaz zemin üzerinde iki çizgi arasına yerleştirilmiş
altı köşeli yıldızdır. Bu bayrağın yukarısındaki lacivert çizgi Nil Nehrini simgelemektedir. Bayrağın
altındaki çizgi ise Fırat Nehrini sembolize etmektedir. Altı köşeli yıldız ise Hazreti Davut’un sancağının
yıldızıdır. Hazreti Davut’un özelliği ise, kendisinin çok önemli bir komutan ve askeri stratejist olması,
girdiği savaşların hiçbirisinde hiç yenilmemiş olması ve o zamanki İsrail devletini en geniş sınırlara
kavuşturmuş olmasıdır. Şunun şurası hiç akıllardan çıkartılmamalıdır ki uluslararası zemin her müsait
olduğunda İsrail devleti savaşmaya devam edecektir. Aslında bu savaşlarda çok aşamalı ve çok eski
planlar uygulanmaktadır. Dikkat edilirse İsrail’in yayılma politikası, Siyonizmin kurucu babası Theodor
Herzl tarafından 1897 yılında İsviçre’nin Basel kentinde toplanan I. Dünya Siyonist Kongresinde
hazırlanan raporlara uygun bir şekilde hayata geçirilmektedir. Bu durum bir tesadüf olmasa gerektir.
Bizim çok güzel bir atasözümüz “perşembenin gelişi çarşambadan bellidir” diyor. Şimdi dikkat ederseniz
İsrail Gazze’deki işini bitirdi. Aynı senaryoyu Lübnan’da oynayacaktır. Şimdi bu ülkelerde boşalttığı
topraklarda etnik temizlik yapacak ve asimilasyon politikaları uygulayacaktır. Bunları sindirip dünya
kamuoyunun da desteğini alırsa sırada ye alan topraklar Suriye’nin güneyinde kalan topraklardır. Hiç
şüpheniz İsrail eğer destek ve ortam bulursa aynı planı buralarda da uygulayacaktır. Ardından İran’a
yönelecektir. Peki sıra Türkiye’ye gelir mi? Az önce belirtmiştim. Yahudilerin kutsal kitabı Tevrat’ta
sınırları belirlenmiş olan Vaat Edilmiş kutsal toprakların bir kısmı da Türkiye’nin sınırları içerisinde
kalmaktadır. Peki İsrail Türkiye’ye de öteki ülkeler gibi saldırmaya cesaret edebilir mi? Bugün için bu
durum imkansızdır. Ancak işin şurasını hiçbir zaman unutmayalım ve akıllarımızdan hiçbir zaman
çıkarmayalım ki, az önce de belirtmeye çalıştığım gibi İsrail, uygulanması yüzyıllar alan çok yönlü
planlarla sonuç almaya çalışmaktadır.