Son yıllarda yaşanan şiddet olayları ve toplumsal çatışmalar, gündelik hayatımızı giderek daha fazla etkiliyor.

Eskiden “üçüncü sayfa haberi” olarak nitelendirilen cinayet, soygun, taciz gibi olaylar, artık medyanın birinci sayfalarında yer buluyor.

İnsanlar, her gün işlenen cinayetler ve aile içi şiddetle karşılaşır hale geldi.

Kızına tecavüz eden babalar, eşini öldüren kocalar, Nedeni bilmeyen amca tarafından öldürülen yeğenler… sevgilisini aldatan kadın/erkek gibi… gibi…

Liste uzayıp gidiyor.

Televizyonlar internet siteleri gazeteler bir incir çekirdeğini doldurmayan konulardan çıkan kavga haberleri ile dolu. Uzağa gitmeye gerek yok

Mersin’de dehşet üstüne dehşet yaşandı!... Bir hasta yakını sağlık ocağında hemşireyi boğmaya çalışıp araya giren doktoru darp ederken, Mut’ta bir kişi, baba, oğul ve gelini av tüfeğiyle öldürdü!

Bunlar sadece istatistikler değil; her biri bir insan hayatının sona ermesi demek. Toplumun huzurunun ve güvenliğinin bozulduğu bu dönemde, kendimizi sokaklarda güvensiz hissetmekten alıkoyamıyoruz.

Bir trafik tartışması bile aniden patlak veren bir kargaşaya dönüşebiliyor. Karşıdan gelen araç, yol vermemizi bekliyor; tedirginlik içinde kalıyoruz. Bu durum, bireyler arasında artan bir gerginlik ve şiddet eğilimi yaratıyor.

Aile içi şiddet, sadece bireysel bir sorun değil, toplumsal bir hastalığın yansıması. Hastane koridorlarında hemşireyi boğmaya çalışan hasta yakınları, aile fertlerini av tüfeğiyle öldüren babalar, bu toplumsal cinnetin sıradan birer örneği. Gazeteler ve televizyonlar bu tür haberlerle dolup taşıyor. Toplum olarak ne hale geldiğimizi sorgulamak kaçınılmaz.

Ne oluyor bu topluma, bize, ailelere? Neden sürekli cinnet geçirmek zorundayız? Bir sosyolojik araştırma yapılması gerekmiyor mu? Ekonomik kriz mi? sosyal adaletsizlik mi? işsizlik mi? Neden? birbirimizi öldürmek zorundayız? Neden hayatı dolu dolu yaşamayı seçemiyoruz?