TÜİK’in açıkladığı gelir dağılımı verileri bir kez daha gösterdi ki Türkiye’de zenginle fakir arasındaki uçurum artık bir “uçurum” olmaktan çıkıp dipsiz bir kuyuya dönüşmüş durumda. Ülkenin en zengin %20’lik kesimi toplam gelirin neredeyse yarısını alıyor. Buna karşılık, en alt %20’lik dilim ise ancak %6,3’lük bir paya razı. Bu tablo, eşit olmayan bir yarış pistinde bazılarının Ferrari’yle başladığı, bazılarının ise yalınayak koştuğu bir düzenin özetidir.
İstanbul’un zirvede olması şaşırtıcı değil. Bu şehir, ekonomik başarı hikâyelerinin parlatıldığı bir vitrin gibi sunulsa da vitrin camının arkasında, hayatın başka bir yüzü var. Bir yanda milyon dolarlık dairelerin satıldığı kuleler, diğer yanda ucuz ekmek kuyruğunda bekleyen insanlar. Refah denen şey, bazı semtlerde ulaşılmaz bir masal. Bu masalın kahramanları hep aynı; geriye kalanlar ise figüran bile değil.
Eğitim de bu tabloda bir kurtuluş reçetesi olmaktan uzak. Verilere bakınca, üniversite mezunlarının yıllık geliri ortalama 309 bin TL. Ama bu rakamın iş bulamayan diplomalı gençleri kapsamaması bir tesadüf mü? Yükseköğrenim mezunları dahi ekonomik dalgalanmalardan nasibini alırken, bir okul bitirmeyenlerin yıllık geliri 106 bin TL’de kalmış. İşverenler yılda 800 bin TL kazanırken, yevmiyeli çalışanlar 105 bin TL ile geçinmeye çalışıyor. Bu, emeğin değil sermayenin alkışlandığı bir düzenin sonuçlarından başka bir şey değil.
Peki, buraya nasıl geldik? Üretim ekonomisinden uzaklaşıp tüketim ekonomisine bağımlı hale geldiğimizde, aslında her şey başlamıştı. Tarım arazileri birer birer beton yığınlarına dönüşürken, köyden kente göç edenler üretici değil tüketici oldu. Bir zamanlar kendi tarlasından sebzesini toplayan insanlar, artık marketlerde etiketlere bakarak karar veriyor. "Kalkınma" diye anlatılan projelerin çoğu, tarımı desteklemek yerine alışveriş merkezlerini artırdı.
Güçlü bir ekonominin omurgası üretimdir. Ama biz ne yaptık? Hayvancılıkta bile dışa bağımlı hale geldik. Gıda fiyatları rekor seviyelere çıkarken soframıza gelen süt, peynir, et yerli değil, ithal hale geldi. Halkın önüne ithal ürünlerle dolu bir mutfak koyup, bunun adı "refah" oldu.
Tarımdaki bu çöküş, sadece ürün kaybı değil, kültürel bir kopuş. Eskiden komşusuna yetiştirdiği ürünlerden paylaşan köylü artık kredi borcunu düşünür oldu. Toprağımız var, çiftçimiz var ama politika yok. İşte, bu yüzden sofralarımıza gelen her lokmada üretmeyen bir sistemin acı tadı var.
Eşitsizlik, sadece kişisel çabalarla kapatılamayacak kadar sistematik hale geldi. Zenginleşmenin koşulu alın teri değil, servet devralmak ya da belli bir düzene sırtını yaslamak oldu. Tarım sektöründe çalışan bir çiftçinin yıllık geliri 153 bin TL’yken, inşaat patronlarının kazancı %115 artmış. Artan binaların gölgesinde küçülen hayatlar yaşıyoruz. Bu tablo, tek bir gerçeği haykırıyor: Türkiye’de “çalışarak kazanmak” artık bir ideal değil, bir yanılsama.
TÜİK verileri, gelir artışlarını da sıralıyor. Ancak mesele şu: %104’lük maaş artışı, market raflarındaki fiyat etiketleri karşısında ne kadar anlamlı? Asıl mesele, alım gücünün nasıl yerle bir olduğu. Bir zamanlar bir alışveriş arabasını doldurmak sıradan bir işti, şimdi lüks bir ritüele dönüştü. Ekmek almak için her gün bütçe yapan milyonlarca insanın yaşadığı bir ülkede, “ortalama gelir” rakamlarının ne anlamı var? Ortalama refah hikâyeleri, bireylerin gerçek yaşamlarında anlamını yitiriyor.
Ekonomi, yalnızca rakamların dansı değildir. İstatistikler, yaşamların sessiz çığlıklarını anlatır. Gelir dağılımındaki bu uçurum, yalnızca bireylerin değil, bir toplumun geleceğini rehin alır. Sosyal yardımlarla bir süre “günü kurtarabilirsiniz” ama adaletsiz bir sistemle nesilleri kaybedersiniz. Eğitim sistemine güvenmeyen gençler, emekliliği hayal edemeyen işçiler ve geleceği belirsiz çocuklar… İşte bu düzenin asıl ürünü budur.
Sorunların çözümü elbette var. Ama çözüm, daha fazla beton dökmekte değil; eşit fırsatlar yaratmakta. Emekçinin hakkını koruyan, üretimi destekleyen ve servet sahiplerinden de sorumluluk bekleyen bir ekonomi modeli şart. Aksi takdirde, yarının kazananları sadece “miras şansı” olanlar olacak.
Bu adaletsizlik yalnızca bir istatistik meselesi değil; herkesin sofrasına konulan bir sınav kağıdıdır. Bu düzen, “kazanmak” kelimesini yeniden sorgulatmalı. Kazanan kim? Kaybeden kim? Ve kaybedilen, yalnızca para mı yoksa toplumun vicdanı mı? İşte gerçek soru bu.