Dünya hızla değişiyor, çevresel ve toplumsal sorunlar büyüyor. Bu sorunlar yalnızca politik tercihler veya bireysel duyarsızlıklardan kaynaklı değil; kapitalizmin doğayı ve toplumu sömüren yapısındandır. Türkiye’de çevre tahribatı, yalnızca ulusal ölçekte değil, küresel alanda da endişe uyandıran bir boyuta ulaşmış durumda.

Geçtiğimiz günlerde Suudi Arabistan’ın başkenti Riyad’da düzenlenen Birleşmiş Milletler Çölleşmeyle Mücadele Sözleşmesi'nin (COP16) Bakanlar Diyaloğu Toplantısı’nda konuşan Türkiye Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Murat Kurum, kuraklıkla mücadele ve çevre sorunlarında uluslararası iş birliğinin önemine vurgu yaptı. Bakan Kurum, Türkiye’nin “yüksek bir duyarlılıkla” bu toplantılara katıldığını ve deneyimlerini paylaştığını belirtirken, “Yerel İklim Değişikliği Eylem Planları” gibi projelere dikkat çekti. Ancak bu açıklamalar, Türkiye’de çevre politikalarının pratiğiyle ciddi bir tezat oluşturuyor. Uluslararası alanda “insanlığın geleceği için iş birliği” mesajı veren Kurum, ülke içinde rant odaklı politikalarla ormanlarını, su kaynaklarını ve tarım arazilerini büyük sermaye projelerine feda ediyor. Kaz Dağları’ndan Kuzey Ormanları’na, Munzur Dağları’ndan Artvin Cerattepe’ye kadar pek çok doğa harikası alan, madencilik faaliyetleri ve altyapı projeleri için yok ediliyor.

Kuzey Ormanları, İstanbul’un su kaynaklarını besleyen hayati bir ekosistem olmasına rağmen, mega projeler uğruna binlerce ağaç kesilerek tahrip edildi. Benzer şekilde, Kaz Dağları’ndaki altın madenciliği faaliyetleri, bölgenin doğal dengesini altüst etti. Bu yerel politikalar, uluslararası toplantılarda sunulan çevre dostu imajla taban tabana zıt. Riyad’da “kuraklık direnci” ve “yutak alanların artırılması” gibi hedeflerden bahsedilirken, ülke içinde orman alanlarını yok eden projeler görmezden gelinmeye devam ediliyor.

Bu politikalar yalnızca doğayı değil, aynı zamanda toplumsal dayanışmayı da yok ediyor. Büyük projeler, yalnızca sermaye gruplarını zenginleştirirken, yerel halkın yaşam alanlarını, geçim kaynaklarını ve kültürel varlıklarını tehdit ediyor. Bakan Kurum’un açıklamalarında dile getirdiği “katılımcı yaklaşım” ve “yerel katkılar” ise çoğu zaman kâğıt üzerinde kalıyor. Halkın direnişine rağmen hayata geçirilen projeler, devletin rant politikalarını halkın ve doğanın üzerinde tuttuğunu açıkça ortaya koyuyor.

Uluslararası toplantılarda verilen mesajlar, yerel uygulamalarla uyumlu hale getirilmeden, doğa talanı sona erdirilemez. Gerçek çevre politikaları ancak doğayı ve toplumu korumayı önceliklendiren bir anlayışla mümkün olabilir. Bakanlık, Riyad’daki açıklamalardaki gibi bir vizyona sahip olmak istiyorsa, önce kendi topraklarında doğayı koruma konusunda samimi adımlar atmalıdır.