29 Ekim 1923 Günü ilan edilen Cumhuriyet, şüphesiz ve tartışmasız olarak bütün bir Türk tarihinin en önemli ve en büyük siyasal devrimdir. Fransızlar için 1789 Fransız Devrimi neyse, Amerikalılar için Bağımsızlık Günü ne anlam ifade ediyorsa; Cumhuriyet Devrimi de demokratik ve laik Cumhuriyete Anayasal vatandaşlık bağlarıyla bağlı yurttaşlar ve çağdaş yaşama biçimini benimsemiş halk kesimleri için aynı anlamları taşımaktadır. Kuşkusuz Cumhuriyet, 29 Ekim günü çıkartılan iki satırlık bir kanunla gerçekleştirilen sıradan ve rutin bir olay değildir. Bu büyük ve köklü değişimin gerisinde Mithat Paşaların, Namık Kemallerin, Ziya Paşaların, Ali Suavilerin ve burada daha adlarını sayamayacağımız nice nice iyi yetişmiş çok değerli Osmanlı aydınlarının verdiği hemen hemen 250 yılı bulan zorlu ve bir o kadar da kanlı toplumsal mücadeleler süreci vardır. Bu yıl Cumhuriyet’in ilanının 100’üncü Yıldönümü kutlanacaktır. Şüphesiz bu yıldönümü, Cumhuriyet’le yönetilen bir ülke, Cumhuriyet devrimcileri ve yurttaşlar için çok değerli ve çok kutlu bir olaydır. Kolay değil tabii, binlerce yıl boyunca “reaya” olarak görülmüş, bir hanedana kul statüsüyle körü körüne bağlanmış ve akıl ve bilim dışı bağnaz bir din anlayışıyla koşullanmış Osmanlı bakiyesi bir toplumda; Kayıtsız şartsız halk egemenliğine dayalı, halkın, halk için ve halk tarafından yönetimi demek olan Cumhuriyet yönetimini bütün eksiklik, zorluk ve iniş ve çıkışlarına rağmen bir asır boyunca yaşatmak ve ayakta tutmak başlı başına büyük bir başarı öyküsüdür. Tek tek insanlar için 100 yıl bir hayli uzun bir zamandır. Ama, bir devlet ve uygarlık söz konusu olduğunda 100 yıl pek de uzun sayılabilecek bir zaman dilimi değildir. Cumhuriyet, Mustafa Kemal Atatürk’ün kendisine düzenlenen İzmir suikastından sonra söylediği gibi elbette ki “sonsuza kadar yaşayacak ve payidar kalacaktır.” Ancak, bugün geldiğimiz noktada, özellikle de son 20 yılda Cumhuriyet yönetimi; 1982 Anayasasında hala “Atatürk ilkelerine bağlı, insan haklarına saygılı, demokratik ve laik sosyal bir hukuk devletidir.” yazıyor olmasına rağmen bir hayli geriletilmiş, yıpratılmış, sarsılmış ve örselenmiştir. Temel nitelikleri epeyce erozyona uğratılmış ve aşındırılmıştır. Karar noktalarındaki bazı yüksek mevkiler, bürokrasideki bazı önemli üst düzey görevler Cumhuriyetle, Atatürkçü düşünce sistemiyle ve başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere Cumhuriyeti kuran kadro tarafından belirlenen devletin temel nitelik ve hedefleriyle çekişmeli bazı kimselerin eline geçmiştir. Ne yazık ki, bu muktedir ve ekonomik, sosyal ve siyasal güç sahibi, tutucu ve gerici kesimlerle, Cumhuriyetin istediği “fikri hür, vicdanı hür ve irfanı hür” özgür düşünceli, demokratik ve laik, cumhuriyetin temel niteliklerine sıkı sıkıya bağlı, çağdaş uygarlık düzeyi hedefini benimsemiş toplum kesimleri arasında derin bir toplumsal yarılma meydana gelmiştir. Gerçi bizler, toplum olarak bu toplumsal yarılmalara, kutuplaşmalara ve çatışmalı durumlara pek de yabancı sayılmayız. Bizim siyasi tarihimizde özellikle de batı tarzı okulların açıldığı 1776 yılından sonra “mektepli-alaylı”, 1889 yılında siyasal partilerin kurulmasından sonra “İttihatçı-İtilafçı”, 1919’lu işgal yıllarında “Kuvayi Milliyeci-Saltanatçı”, 1923’lerde “Cumhuriyetçi- Hilafetçi” gibi ayrışmalar, yarılma ve kutuplaşmalar hep olagelmiştir. 1923 yılında Cumhuriyet ilan edildikten sonra, Cumhuriyet yönetimi özellikle de 1926-1936 yılları arasındaki 10 yıllık istikrarlı ve Cumhuriyet’in altın dönemlerinde belirgin ölçüde bir milli birlik ve beraberlik ve toplumsal dinginlik sağlamıştır. Ancak, özellikle de çok partili siyasal yaşama geçilen 1950’li yıllardan sonra ise “Halkçı-Demir Kıratçı”, 1960’lı, 1970’li yıllarda “sağcı-solcu” ayrımları ortaya çıkmış; bu ayrım ve kutuplaşmalar o kadar şiddetli yaşanmıştır ki, bu mücadeleler uğrunda ülkemizde caddeler-sokaklar, mahalleler, kahvehaneler ve camiler bile birbirinden ayrılmış ve sağ-sol çatışmalarında ise 10 bine yakın genç vatan evladımız yaşamlarını yitirmişlerdir. 90’lı yıllardan sonra ise daha çok “Alevi-Sünni” ve benzeri din, tarikat ve cemaat eksenli ayrışma ve kutuplaşmalar meydana gelmiştir. Genel olarak “laik-anti-laik” ayrımı dediğimiz kutuplaşmalar ortaya çıkmıştır ki; bu ayrımlar bugün de hala varlıklarını sürdürmektedir. Söz konusu bu toplumsal yarılma ve kutuplaşmalar son olarak varlıklarını, Cumhuriyetin 100’üncü yıldönümü kutlama törenleri için hazırlanması düşünülen programlara yönelik yaklaşımlarda kendisini göstermiştir. Bir yanda normal ve doğal olarak Cumhuriyetin 100’üncü yıldönümünün şanına uygun bir şekilde coşkun gösterilerle kutlanmasını isteyenler vardır. Diğer yanda ise Cumhuriyet’in ilanını sıradanlaştırmak, Cumhuriyetin yıldönümü kutlamalarını adeta yasak savarcasına sessizce geçiştirmek ve hatta Cumhuriyet devrimlerini unutturmak isteyenler vardır. İşin en acı yanı Cumhuriyetin yıldönümü kutlamalarını adeta yasak savarcasına sessizce geçiştirmek isteyenler arasında sırtını siyasal iktidara dayamış bazı kişi ve kurumlar bulunmaktadır. Örneğin Türkiye Radyo ve Televizyon Kurumu (TRT) Cumhuriyetin 100’üncü yıl dönümü kutlamalarına ilişkin programlarını İsrail-Hamas savaşını gerekçe göstererek ertelemiştir. Esenler Belediye Başkanı Tevfik Göksu’nun Kardeşi Türkiye’nin Katar Büyükelçisi Mustafa Göksu aynı gerekçeyle 100’üncü yıl resepsiyonunu iptal etmiştir. Ne yazık ki bu olumsuz örnekler giderek çoğalmaktadır. İlginçtir, Başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere Cumhuriyeti kuran kadroların en büyük endişe ve korkusu Cumhuriyete yönelik padişah yanlısı bir karşı-devrimdi. Onun için Cumhuriyeti koruyup kollamaya ve Cumhuriyet değerlerini yerleştirmeye çok büyük önem vermişlerdir. Bu bağlamda Mustafa Kemal Atatürk, bu karşı-devrim tehlikesine dikkat çekmek için bir söyleşisinde “Çankaya’da oturur Türkiye’yi beklerim. Tan yelleri ağarınca uykuya geçerim. Bilirim ki o vakitte İnönü uyanmıştır.” Sözünü boşu boşuna söylememiştir. 10’uncu yılda bu tehlikenin geçtiğini düşünerek coşkun kutlama törenleri düzenlemişlerdir. Ünlü 10’uncu Yıl Nutkunda Mustafa Kemal Atatürk “Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük medenî vasfı ve büyük medenî kabiliyeti, bundan sonraki inkişafı ile, âtinin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır. Türk Milleti! Ebediyete akıp giden her on senede, bu büyük millet bayramını daha büyük şereflerle, saadetlerle huzur ve refah içinde kutlamanı gönülden dilerim. Ne mutlu Türk'üm diyene!” Sözleriyle Cumhuriyet Bayramı’nın her 10 yılda bir daha coşkun törenlerle kutlanmasını adeta vasiyet etmiştir. Bu nedenle ne kadar engellemeye ve yok sayılmaya çalışılırsa çalışılsın halkımız Cumhuriyetin kurucu önderi Mustafa Kemal Atatürk’ün bu vasiyetine sahip çıkacaktır. Ve inadına Cumhuriyetin 100’üncü yıl dönümünü kendi geliştirdiği etkinliklerle, fener alaylarıyla, konserlerle, bandolu ve mızıkalı yürüyüşlerle, havai fişek gösteriyle Cumhuriyetin şanına yakışır bir biçimde coşkun gösterilerle kutlayacaktır. Ve yine inanıyorum ki, bu 100’üncü yıl kutlamaları da tıpkı 10’uncu, 50’inci ve 75’inci yıl dönümü kutlamaları gibi tarihe geçecek ve asla unutulmayacaktır.