TBMM'nin kuruluş yıldönümü nedeniyle kutladığımız 23 Nisan 'Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı' bizim en önemli ulusal bayramlarımızdan birisidir. Bu nedenle söz konusu bu bayramı ulusça her yıl daha da artan büyük bir sevinç ve coşkuyla kutluyoruz. Tabii bu sevinç ve coşku, öyle sıradan ve yüzeysel bir olay için yaşanmıyor. Burada söz konusu olan ulusal egemenliğin ve milli iradenin simgeleşmiş bir anıtı olan TBMM'nin, yani Gazi Meclisin kuruluşu gibi çok önemli bir tarihsel olayın anılması ve yaşatılması bilincidir. Peki bu olay, günümüzde yaşayan yurttaşlar olarak bizler için neden bu kadar anlamlı ve önemlidir? Ve tarihsel değeri bu kadar yüce olan Gazi Meclis neden ve nasıl kurulmuştur? Kutladığımız bayram dolayısıyla yaşanan bu tarihsel süreci kısaca şu şekilde özetleyebiliriz. Bilindiği üzere; I. Dünya Savaşından büyük bir yenilgiyle çıkmış olan Osmanlı Devleti için tüm ümitlerin yitirildiği büyük bir karamsarlık ve belirsizlik ortamında, Anadolu bozkırının ortasında 13 Bin nüfuslu küçük bir kasaba olan Ankara'da TBMM'nin kurulması; yalnız dünya parlamentolar tarihi açısından değil, aynı zamanda bütün bir Türk tarihi açısından da çok önemli bir olaydır. Olağanüstü bir kırılma ve dönüm noktasıdır. Çünkü; 23 Nisan 1920'de TBMM'nin açılmasıyla birlikte, bizim siyasi tarihimizde 18. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren Jön Türkler hareketiyle başlatılmış olan ve çok uzun yıllar boyunca kesintisiz bir şekilde sürdürülerek uğrunda çok ağır bedeller ödenmiş olan ulus iradesine dayalı Meclisli ve Anayasalı bir düzen kurma mücadelesi başarıyla sonuçlandırılmış olmaktadır. Bu kutlu olay, gerçek anlamda bir 'Ulusal Egemenlik Devrimi'dir. Bilindiği gibi, 1792 yılında imzalanan Yaş Antlaşmasıyla birlikte çöküş ve dağılma sürecine girmiş olan Osmanlı Devleti, bu dönemde art arda girdiği Osmanlı-Rus Savaşları, Trablusgarp Savaşı ve Balkan Savaşı gibi savaşlarda ağır yenilgilere uğramıştır. Bu savaşlar sonucunda, bütün bir Balkanlar'ı, Kuzey Afrika'daki topraklarını, Mısır'ı, 12 Adaları ve Doğu'da ise Kafkaslardaki bir kısım topraklarını, Kars ve Erzurum gibi illerini de kaybetmiştir. Kaybedilen toprakların yüzölçümü bugünkü Türkiye'nin yüzölçümünden çok çok fazladır. Ancak, Osmanlı Devleti için asıl yıkım; maceraperest, çapsız, ufuksuz ve öngörüsüz devlet adamlarının bir oldubittisiyle girmek zorunda kaldığı dünyanın ilk emperyalist paylaşım savaşı olan I. Dünya Savaşı'ndan sonra gelmiştir. Savaşın sonlarına doğru, artık savaşma gücünü iyiden iyiye yitiren ve savaştığı cephelerde tutunamayan Osmanlı Devleti, 30 Ekim 1918 günü Mondros Ateşkes Anlaşmasını imzalamak zorunda kalmıştır. Böylelikle yenilgiyi kabul ederek savaştan çekilmiş ve teslim olmuştur. Bu teslimiyetle birlikte Osmanlı Devleti; tarihte o güne kadar hiçbir devletin başına gelmemiş olan hazin bir durumla karşı karşıya kalmıştır. Bağımsızlığını, toprak bütünlüğünü ve egemenlik haklarını yitirmiştir. Sınırlarının nerede başlayıp nerede bittiği belli olmayan, kendisine dayatılacak her koşulu kabul etmeye razı, savunmasız bir ülke haline gelmiştir. Böyle bir çaresizlik ve yılgınlık ortamında; durumun artık kendileri için kaçırılmayacak bir fırsat olduğunu düşünen İtalya, Fransa, İngiltere ve İngiltere'nin himayesindeki Yunanistan gibi emperyalist devletler, ülkenin dört bir yanını işgal etmeye başlamışlardır. Bu emperyalist işgaller, Gaziantep, Şanlıurfa, Kahramanmaraş gibi kimi yerlerde ve 15 Mayıs 1919'da İzmir'in işgalinde yaşandığı gibi insanlık dışı kanlı katliamlara, vahşi tecavüzlere ve bu kanlı kıyımlardan kaynaklanan çok acıklı insanlık dramlarına sahne olmuştur. O kadar ki, gücünü ve otoritesini tamamen yitirmiş olan Osmanlı Devleti, halkının hakkını savunamıyor ve suçsuz insanlarını emperyalistlerin bu zulmüne karşı koruyamıyordu. Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün Büyük Nutuk'unda da belirttiği gibi, başta bulunan Sultan Vahdettin, kendi koltuğundan ve Osmanlı Hanedanının geleceğinden başka hiçbir şey düşünmüyordu. Çağdaş bir devlette, Anayasal haklara sahip onurlu, eşit ve özgür yurttaşlar olarak yaşayabilmek için ülkenin içerisine düşürüldüğü bu korkunç durumdan kurtarılmasından başka hiçbir çare görünmüyordu. Bu amaçla asker-sivil aydınlar ve bürokratlar öncülüğünde harekete geçen yurtseverler, Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın etrafında toplandılar. Ve mazlum milletlerin kurtuluşu için tarihin ilk anti-emperyalist Ulusal Bağımsızlık Savaşını Anadolu'da başlattılar. Kurtuluş ateşini Samsun'da yaktılar. Havza Bildirgesi'ni ve Amasya Tamimi'ni yayınladılar. Erzurum ve Sivas Kongrelerini yaptılar. Bu kongrelerde Temsil Heyeti Başkanı seçilen Mustafa Kemal Paşa, halkın verdiği bu temsil yetkisini kullanmaya özel bir özen gösteriyordu. Böylelikle Anadolu'da işgallere karşı yürüttüğü eylemlerine meşruiyet kazandırıyordu. Temsil Heyeti, Sivas Kongresi'nden sonra gerçekleştirdiği telgraf eylemiyle İstanbul Hükümeti'nin Anadolu'yla olan tüm irtibat ve iletişimini kesti. Böylelikle İstanbul Hükümeti'ni dize getirdi. İstanbul Hükümeti temsilcileriyle Amasya'da yaptığı görüşmelerde; Son Osmanlı Meclis-i Mebusan'ı için seçimlerin yapılması ve yeni bir hükümet kurulması kararını aldırdı. Bu kararın Ardından yapılan seçimlerde Mustafa Kemal Paşa da Erzurum Milletvekili seçildi. Mustafa Kemal Paşa, seçimlerden sonra oluşacak olan yeni Meclis'in, emperyalist kuşatma altındaki İstanbul'da rahat çalışamayacağını öngörüyordu. Bu nedenle yeni Meclis'in Bursa'da toplanmasını öneriyordu. Bu önerisi yeni milletvekili seçilerek İstanbul'a gitmiş olan arkadaşlarınca dikkate alınmadı. (Sürecek)

MEÜ. E. Öğr. Gör. Uzm. Celal TEZEL