İçerisinde yaşamakta olduğumuz şu son günlerde; dünyada, yakın çevremizde ve ülkemizde birbiri ardına yaşanan olayları şöyle kısaca bir değerlendirecek olursak; bir hayli netameli, çalkantılı, ilginç ve bir o kadar da zorlu süreçlerden geçtiğimizi söylemek abartılı bir söylem olmayacaktır. Hemen, yanı başımızda sayılabilecek coğrafyalardaki düşük yoğunluklu bölgesel savaşlar devam ediyor. Çeşitli haber ajanslarının verdikleri bilgilere bakacak olursak; Gazze’de ölen insanların sayısı kırk bini geçti. Bu savaşlar, daha da şiddetlenme ve yayılma eğilimi gösteriyor. Tabii, biz ayırdında olsak da olmasak da devam eden bu savaşlar bizim yaşantımızı olumsuz yönde ve somut olarak etkiliyor. Yine geçtiğimiz hafta, ülkemizde de baş döndürücü bir hızla gelişen, yüksek gerilimli ve oldukça yoğun bir gündemle yaşadık. İlk olarak, TBMM’de TİP Milletvekili Can Atalay’ın milletvekilliğini düşüren Meclis Kararını yok hükmünde sayan Anayasa Mahkemesi kararının okutulması amacıyla olağanüstü toplanan Meclis’te, hatip kürsüsünde konuşmakta olan Milletvekili Ahmet Şık’a yapılan yumruklu saldırı ve sonrasında yaşanan kavgalar sırasında Meclis’te kan dökülmesi; toplumumuzda adeta şok etkisi yarattı. Bu olay, zaten gergin bir şekilde seyretmekte olan partiler arası siyasi ilişkilerin daha da gerilmesine neden oldu. Anayasa Mahkemesi’nin, Yargıtay’ın, bütün bir yargı sisteminin ve hatta yasama sisteminin de tartışılması sonucunu doğurdu. Bu tartışmalar, daha uzun yıllar boyu sürecekmiş gibi görünen esaslı bir konu olarak toplumsal belleğimizdeki yerini aldı. Daha bu olayın tozu dumanı dağılmadan, ülkemizde her yaz mevsiminde olduğu gibi, bu yıl da elli iki yerde birden ortaya çıkan orman yangınları, bir başka üzüntü kaynağı oldu. Ve çeşitli soru işaretleri yarattı. Hele bu yangınlar sırasında; bu yangınlardan en çok etkilenen ve en büyük zararları gören İzmir için sosyal medyada; “gavur İzmir yanıyor” diye paylaşımlar yapan bazı duyarsız ve ruhsuzların da ortaya çıkması daha başka toplumsal yarılmalar ve toplumsal tartışmalar yarattı. Tabii bu arada Erzincan’ın İliç Kazasındaki altın madeninde yaşanan toplu işten çıkarmalar da radyo ve televizyonlarımızda en çok konuşulan konular arasına girmiş oldu. Çoktandır gündeme pek fazla gelmeyen, aslında alttan alta için için kaynayan işçi sorunları da yavaş yavaş gün yüzüne çıkmaya başladı. Uzun zamandan beri pek fazla sesi soluğu çıkmayan, sarımsı Türk-İş Sendikası Genel Başkanı bile zehir zemberek bir açıklama yaparak TBMM’nin açılacağı Ekim ayında Ankara’da büyük bir işçi mitingi düzenleyeceklerini ilan etti. Ürünü tarlada kalan çiftçilerin traktörlü eylemleri giderek daha da yaygınlık kazanıyor. Sözün özü, bu eylemler nedeniyle meydanlar daha da ısınacakmış gibi görünüyor. Tabii dünyada ve ülkemizde hangi konular ön plana çıkıp konuşuluyor olursa olsun, Türkiye’de ekonomik konular her zaman gündemin baş köşesindeki öncelikli yerini hep koruyor. Elbette ki bu durum nedensiz değil. Çünkü ekonomik konular, yaşamsal derecede önemli ve can yakıcı bir sorun olarak yediden yetmiş yediye, beşikten mezara kadar herkesi ve hepimizi çok yakından ilgilendiriyor. O nedenle ekonomik konular konuşulmaya hep devam ediyor. Ekonomide, üretimden, istihdamdan, büyümeden, yatırımlardan, faizden ve para politikalarından hep bahsediliyor. Tabii en çok da enflasyondan söz ediliyor. Elbette ki enflasyon, çok geniş ve ayrı bir konu. Ama enflasyon söz konusu olunca hemen şunun da altını çizmemiz gerekiyor. Dünya iktisat tarihinde Türkiye gibi uzun yıllar boyunca enflasyonla mücadele edip te sonuç alamamış ikinci bir ülke bulunmuyor. Bunun da nedenleri üzerinde ayrıca düşünmemiz gerekir diye düşünüyorum. Enflasyon kısaca, fiyatlar genel düzeyinin yükselmesi, paranın satın alma gücünün azalması ve değerini yitirmesi olarak tanımlanıyor. Ülke ekonomilerine musallat olan en hastalıklı ve marazi durumlardan birisi olarak kabul ediliyor. Bir ülkede uzun yıllar süren enflasyon o ülkede savaş etkisi yapar. O ülkede ahlak çöker, suç oranları artar, kara para ve kuralsızlık yaygınlaşır. Huzur ve güven ortamı sarsıntıya uğrar ve bozulmaya başlar. Kısacası o ülkede acımasız bir altta kalanın canı çıksın düzeni kurulur. Bu nedenle tüm ülkeler, enflasyonla mücadele etmeye çalışırlar. Tabii enflasyonu durdurmak ve istenen asgari düzeylere indirmek bir sır değildir. Bilimsel olarak bu yöntemler bilinmektedir ve iktisat öğrencilerine öğretilmektedir. Türkiye’de teorik olarak enflasyonu önlemek çok kolaydır. Şimdilerde Maliye ve Hazine Bakanı Sayın Mehmet Şimşek’in yaptığı gibi sıkı para politikası uygularsanız yani, Merkez Bankası’nın para musluklarını kapatırsanız ve buna ek olarak faizleri de arttırırsanız bununla birlikte enflasyon da şıp diye düşer. Ama aynı anda piyasalar da kapanır. Piyasalarda yaprak kıpırdamaz. Ekonomik bir deyimle durgunluk olur. Böyle bir durum da yine bir ekonomi için istenmeyen ve hastalıklı bir durumdur. Enflasyonla mücadelede asıl önemli olan durgunluk yaratmadan ve makro ekonominin öteki dengelerini bozmadan enflasyonu indirmektir. Bunun için de o ülkede yapısal reformları gerçekleştirmek ve mutlaka üretim artışlarını sağlamak gerekmektedir. Asıl ustalık ve maharet isteyen iş işte, bu iştir. Sayın Şimşek’in enflasyonla mücadelede uyguladığı ekonomik ve mali politikalarda eksik kalan boyut, işte tam da bu boyuttur. Ülkemizde ciddi ve önemli iktisatçıların bir stagflasyondan yani, durgunluk içinde yükselen bir enflasyondan ve bir çöküş ekonomisinden söz etmelerinin asıl nedeni de bu durgunluk olgusuna dayanmaktadır. Tabii bu konular çeşitli uzmanlar tarafından kamuoyu önünde çok konuşuluyor. Kanımca işte bu hengâme arasında çok önemli bir ayrıntı da gözlerden kaçmış bulunuyor. Gerçekler ayrıntıda gizlidir sözünden hareketle, gerçeği kavrayabilmemiz için işte bu ayrıntıyı anlayıp açıklamaya çalışmamızda çok büyük yararlar vardır diye düşünüyorum. Salı günü açıklanan TOBB’nin Konkordato Takip sitesinin verilerine göre, geçen yıl toplam bin 516 konkordato talebi olurken; 2024’ün ilk 7 ayında bu rakam bin 554 oldu. İlgili çeşitli Mahkemeler tarafından ise, yılın ilk yarısında 55 iflas kararı verildiği açıklandı. Yine aynı şekilde Maliye ve Hazine Bakanlığının yaptığı bazı açıklamalarda ise, kapanan şirket, şahıs işletmesi ve kooperatif sayılarının arttığı ve yerlerine açılan şirket ve işletme sayılarının ise azaldığı belirtilmektedir. Kanımca bu gelişmeler çok önemli ve çok vahim gelişmelerdir. Ve bir ekonomi için alarm zillerinin çaldığını göstermektedir. Mevcut verilere göre, ülkemizde adeta bir konkordato fırtınası esmektedir. Bir hukuk terimi olarak konkordato kısaca; “bir borçlunun ticari durumunun sarsılmış olması nedeniyle alacaklıların, alacaklarını belli bir plana göre almaları konusunda kendi aralarında vardıkları ve mahkemece onaylanan anlaşma” olarak tanımlanmaktadır. Kısacası konkordato ilan eden işletmeler borçlarını ödeyemez duruma düşmüşlerdir. Bu verilerden de anlaşılacağı üzere; eğer çok kısa sürede yeterli ve etkili önlemler alınmazsa, söz konusu bu konkordato fırtınasının bütün ülke ekonomisini sarsacak yeni bir iflas kasırgasına dönüşmesi olasılığı çok yüksektir. Atalarımızın çok güzel ve veciz bir biçimde ifade ettikleri gibi “görünen köy kılavuz istememektedir. Ve “Perşembe’nin gelişi ise, Çarşamba’dan bellidir.”