İnsanlık tarihi, aynı zamanda bir kavgalar, savaşlar, katliamlar ve yıkımlar tarihidir. Bu savaşların ve toplumsal şiddetin kökenleri insanlığın en eski devirlerine kadar uzanır. Bilinen odur ki, İlk insanlar boylar, klanlar halinde yaşıyorlardı. Bu boylar ve klanlar arasında sık sık hakimiyet alanlarına yapılan tecavüzler veya hakimiyet alanlarını korumak ya da genişletmek amacıyla çok kanlı çarpışmalar yaşanıyordu. Avcılık ve toplayıcılık döneminde çarpışmayı kazanan klan liderleri; öteki klanın tüm bireylerini öldürüyorlardı. İnsanlar Cilalı Taş Devrinin ikinci yarısında tarım devrimini gerçekleştirdiler. Ve yerleşik düzene geçtiler. Tarımda işgücüne ihtiyaç duyulması nedeniyle savaşı kazanan klanlar, artık savaşı kaybeden klanın bireylerini öldürmekten vazgeçtiler ve onları köleler haline getirerek tarımsal üretimde işgücü olarak kullanmaya başladılar. Kölelik düzeni bu şekilde başladı. Köleliğin Anayasal ve yasal düzenlemelerle ortadan kaldırılması I. Dünya Savaşının sonundan itibaren gerçekleşmeye başladı. Ancak köleliğin, dünyanın çeşitli yerlerinde dolaylı ve dolaysız olarak hala devam etmekte olduğunu söylemek yanlış ve abartılı bir söylem olmaz. Kurumsal anlamda örgütlenmiş ilk devlet olan Antik Sümer Devleti, MÖ 5. Yüzyıllarda Mezopotamya’da yani, bugünkü Irak toprakları üzerinde kuruldu. Bundan sonraki savaşlar artık devletler arasında yapılmaya başlandı. Bu savaşlar için gerekli olan düzenli ordular kuruldu ve silah teknolojileri geliştirilmeye başlandı. Bu silah teknolojileri günümüzde o kadar gelişmiştir ki, teknoloji üreten, Başta ABD ve Rusya olmak üzere silah endüstrisine sahip bazı gelişmiş ülkelerin elinde, dünyayı onlarca defa yok etmeye yetecek kadar nükleer silah bulunduğu bilinmektedir. Bu fenomen, günümüzün toplumları için bir anlamda “dehşet dengesi” dediğimiz, de facto bir durumu oluşturmaktadır. Savaşlar her devirde, bütün insanlık alemi için çok yıkıcı sonuçlar doğurmuştur. Şimdilerde tüm dünyaya insan hakları, özgürlükler ve uygarlık dersleri vermeye kalkışan Avrupa’nın ve ABD’nin de bu konudaki sicilleri yeterince berrak ve temiz değildir. Avrupa’nın tarihi de vahşi savaşlarla dolu kanlı bir tarihtir. Şimdilerde hiç dile getirilmiyor ama, dünyanın ilk ve en büyük soykırımını İspanyollar Latin Amerika’da gerçekleştirmişlerdir. İspanyollar, Latin Amerika ülkelerini sömürge haline getirebilmek için burada kurulmuş olan İnka ve Aztek uygarlıklarını tamamen yok etmişlerdir. Aynı şekilde ABD, Amerika’nın asıl sahibi olan Kızılderilileri neredeyse tükenme noktasına getirmiştir. Doğu toplumlarında da yine aynı şekilde Tanrının Kırbacı lakabı takılan Hun İmparatoru Attila’nın, Cengiz Han’ın Moğol Akıncıları ve Timur’un Fil orduları dünyayı kasıp kavurmuşlar ve geçtikleri yerlerde taş üstüne taş bırakmamışlardır. Şimdilerde temelsiz ve subjektif bir Osmanlı hayranlığı ile genç kuşaklara pek de yerli yerinde ve yeterince anlatılmıyor ama, tarihin kaydettiği en büyük devletlerden birisi olan Osmanlı Devleti ise, tam bir savaş makinesi gibi örgütlenmişti. Kısaca şunu belirtmemiz gerekir ki, Osmanlı Devleti tamı tamına 636 yıl tarih sahnesinde kalmıştır. Ve bu 636 yılın %60’ı ise tamamen savaşlarla geçmiştir. Olaya, bir de bu açıdan bakıldığında; yüzyıllarını savaşlar içerisinde geçirmiş olan bir toplumunun yüksek bir refah düzeyi yakalayıp, mutlu olabilmesi ve huzurlu bir dinginlik içeresinde yaşayabilmesi mümkün müdür? İnsan bir noktada; acaba bu sorun ve paradoks üzerinde de bir miktar kafa yorulması ve işin bir de bu boyutlarının gerçekçi bir biçimde irdelenmesi gerekmez mi? Diye kendi kendisine çeşitli sorular sormadan edemiyor. Bizim tarihçilerimiz arasında her nedense işin bu boyutu hep ıskalanmış ve görmezden gelinmiştir. Tarihsel konular, hep bir hamaset edebiyatıyla geçiştirilmiştir. Tabii insanlık tarihi, aynı zamanda bir savaşlar tarihi olarak da seyretmiştir. Bunların öyküleri bu köşeye sığdırılamayacak kadar geniştir. Ancak bunlar arasında I. Dünya Savaşı ve II. Dünya Savaşı olmak üzere iki büyük savaş vardır ki, bu savaşlar pek çok açılardan büyük bir dönüm noktası olmuştur. Bu savaşlar iki kez tüm dünyada çok büyük bir yıkımlara neden olmuştur. Bazı kaynaklara göre I. Dünya Savaşı sonucunda 36 milyon, II. Dünya Savaşı sonucunda ise 66 milyon insan yaşamını yitirmiştir. Bu durum tüm dünyada çok ciddi ve güçlü bir savaş karşıtı kamuoyunun oluşmasına neden olmuştur. Savaşları önlemek için uluslararası örgütlenmeler ortaya çıkmıştır. Birleşmiş Milletler Örgütü bu çabalar sonucunda kurulmuştur. Dünya çapında çatışmaların son bulması ve barışın sağlanması için bazı etkinlikler düzenlenmiş, bu etkinlikler yoluyla barış içinde bir arada, kardeşçe yaşama kültürünün gelişmesine katkı sunulmaya çalışılmıştır. Bu etkinliklerin en belli başlısı ve en önemlisi “Dünya Barış günü” etkinlikleridir. Dünya Barış Günü etkinliklerine ilişkin tarihsel sürece bakıldığında, bu önemli ve anlamlı gün kutlamalarının ilk olarak; Sovyetler Birliği ve Varşova Paktı üyesi ülkeler, yani sosyalist blok ülkeleri tarafından “barış içinde bir dünya mücadelesi görevini hatırlatmak amacıyla” Almanların 1939 yılında Polonya'yı çok kanlı ve yıkıcı bir şekilde işgal ederek İkinci Dünya Savaşı’nı başlattıkları gün olan 1 Eylül'ü “Dünya Barış Günü” olarak ilan etmeleriyle başladığı görülmektedir. Daha sonra Birleşmiş Milletler Genel Kurulu ise, 1981'deki 57. birleşiminde, “Genel Kurul'un açılış günü olan her eylülün üçüncü salı gününü” “Uluslararası Barış Günü” olarak ilan etmiştir. Yıllar sonra Genel Kurul’un 7 Eylül 2001 tarih ve A/RES/55/282 sayılı kararı ile “21 Eylül günü Dünya Barış Günü” olarak kabul edilerek yıldönümü ve anma törenlerinin tarihini değiştirilmiştir. Birleşmiş Milletler, bu kutlama ve anma törenlerinin düzenlenmesinden; dünya çapında çatışmaların önlenmesini ve barışın tesisi yolunda büyük insanlık aleminin bilinçlenmesini amaçlamaktadır. Her 21 Eylül'de, Birleşmiş Milletler Merkezi'ndeki, üzerinde “Yaşasın Tam Dünya Barışı” yazısı kazılı bulunan “Barış Çanı” çalınmaktadır. Japonya tarafından yaptırılmış olan ve barış için simgesel anlamı bulunan bu çan, savaşlardaki insani kıyımın anısına dünyanın tüm kıtalarından çocukların bağışladıkları bozuk paraların eritilmesiyle üretilmiştir. Peki kutlamalara esas alınması gereken “Dünya Barış Günü” bu günlerden hangisidir? Elbette ki, ilk ve temel olan ve anlamlı bir şekilde tarihsel bağları bulunan ve gerçek anlamda barış özlemini simgeleyen gün; 1 Eylül günüdür. Dünyada kutlamalara esas olarak 1 Eylül gününü de 21 Eylül gününü de kutlama günü olarak belirleyen ülkeler vardır. 21 Eylül, Birleşmiş Milletler kararı olduğu için daha çok resmi devlet törenleri için esas alınmaktadır. 1 Eylül ise, dünya halklarına mal olmuştur. Gerçek barış taraftarları, özgürlükçü demokratlar, çağdaş ve laik bir yaşama biçimini benimsemiş olan geniş halk kesimleri, toplumcu Kemalistler, sosyal demokratlar, cumhuriyet devrimcileri, halkçı aydınlar ve sosyalistler ise kutlama günü olarak 1 Eylül gününü tercih etmektedirler. Tabii Dünya Barış Günü kutlamalarının yapılması, dünyada savaşların sonunu getirmemiştir. Aksine dünyanın her tarafında, etnik ayrımcılık ve mezhep ayrımcılığı temeline dayalı düşük yoğunluklu bölgesel savaşlar ve bazen de vekalet savaşları kesintisiz olarak devam etmektedir. Son olarak Ukrayna- Rusya arasındaki savaşın ve İsrail’in Gazze’de yürüttüğü ve artık tek taraflı bir soykırıma dönüşen savaşın; dünyada petrol ve gıda fiyatlarının yükselmesi sonucunu doğurması nedeniyle tüm dünya ülkelerini olumsuz bir biçimde etkilediği açıkça görülmektedir. Çeşitli uluslararası kuruluşların raporlarında bu durum dünya barışının son 15 yılın en alt düzeyine düştüğü şeklinde değerlendirilmektedir. Yakın bir geçmişe kadar Çukurova Bölgesinde 1 Eylül Dünya Barış Günü, Tarsus’un Yenice Mahallesinde görkemli törenlerle kutlanmaktaydı. Ne var ki son yıllarda, her nedense bu törenler sönükleşmiş ve adeta yasak savarcasına geçiştirilmeye başlanmıştır. Ancak bu yıl, yeni göreve başlayan Tarsus Belediyesi üst düzey yönetimi, artık unutulmaya yüz tutmuş olan bu etkinlikleri canlandırmak amacıyla, Dünya Barış Gününü 3 güne yayılan bir Festivale dönüştürme girişiminde bulunmuştur. Bu girişimin başarılı ve kalıcı olmasında, barış kültürünün yaygınlaşması ve yerleşmesi açısından sayılamayacak kadar çok faydalar vardır. Peki dünyanın bugün geldiği noktada tüm dünyaya egemen, gerçek anlamda bir dünya barışı sağlanabilir mi? Elbette ki tam dünya barışı bir ütopyadır. Ve tüm ütopyalar gibi bir gün gerçekleşmesi mümkündür. Ancak bugün için bu ütopya, yani özgürlük ve barış tutkusu bir özlem, bir umut ve bazı idealist insanlar için karşılıksız bir kara sevda olarak yarınlara taşınan bir özlem olarak tezahür etmektedir. Bu özlemin bir neferi olan 70’li yılların efsane Halk Ozanı Aşık Mahzuni Şerif, bir deyişinde barış için halka şöyle sesleniyordu: “Dağılır ordular, kalkar mahkeme// İnsanlık kavgasız kaldığı zaman. Barış sevdalılarının ”1 Eylül Dünya Barış Günü” kutlu olsun