USTA’NIN ÇUKUROVA’SINA BİR YOLCULUK (3)

            Hemite, Ceyhan Irmağının kıyısında ve Hemite Kalesinin eteğinde kurulmuş, şirin mi şirin bir köy. Büyük Usta'nın niçin Çukurova'yı romanlarının ana ekseni olarak seçtiğini doğduğu köyü görünce anlıyorsunuz. Önünde durduğum bu kapının içinden kimler geçti? Hangi hüzünleri veya mutlulukları yaşadılar? Hayatlarından ve yaşadıkları bu yerden ne kadar memnundular? Diye onlarca soru geçti zihnimden. Köyün hemen önünden geçen Ceyhan Irmağının üzerinde uçan çeşit çeşit kuşların, toprağın üzerindeki börtü böceğin, Hemite Kalesinin büyüleyici görüntüsünün, ovanın alabildiğine uzanan geniş düzlüğünün karşısında etkilenmemek mümkün değildi.

            Köyün küçük meydanındaki çeşmeden akan suyu içmeden dönmek olmazdı tabii.  Bu çeşmenin gürül gürül akan suyundan sadece insanlar faydalanmıyor. Çeşmenin hemen yanındaki ulu çınar bu suyun kadim dostu. Çınarın bir zamanlar minik bir tohum olduğunu düşündüm. Yüzlerce senedir yapraklarını döktü, sonra tekrar yeşile büründü. Şimdiki haline,  dört asrı geride bırakarak ulaşan ulu çınar kim bilir daha kaç asır sararacak, kaç asır yeşerecek ve insanları etrafında toplamaya devam edecek.  Bizim gibi yolculuk vakti gelen kaç yolcuyu da uğurlayacak.

          Güzel bir kahvaltının hayalini kurarken Hemite’nin muhtarı Halil Ağabey’e rastladım. Hani hep söylenir ya Anadolu insanı konukseverdir diye. İşte Halil Ağabey bu sözün söylenmesine sebep olan adamdır.  Halil Ağabey, sanki kırk yıllık bir tanıdığımmış gibi karısına muazzam bir kahvaltı hazırlattı ve güzel sohbetinin eşliğinde, yola çıktığımdan beri hasret kaldığım bir kahvaltı şöleninin içinde buldum kendimi. Halil Ağabey, yokluğu ve gurbeti görmüş yüreği büyük bir Anadolu insanı. Ne zaman insanlık adına umutsuzluğa kapılsam, böyle güzel insanların varlığıyla umudum tekrar yeşerir.

          Büyük Usta bu ortamda romanlarını, destanlarını ve söylencelerini kaleme almış, yereli evrensele taşımış. Usta'nın Köyünü gezerken kendimi romanlarının içinde hissettim. Sanki birazdan İnce Memed atıyla ırmağın coşkun sularını yarıp yanımdan geçecekmiş duygusuna kapıldım. Daha sağlığında, kendi adını taşıyan parkın içine heykeli dikilmişti ve parkın içinde Yaşar Kemal Kültür Evi yapılmıştı. Kültür evine ayak basan Hemiteli çocuklar Ustanın kitaplarını okuduklarında ne kadar şanslı olduklarını ilerleyen yaşlarında anlayacaklardır umarım. Ustanın, kayaları yararcasına konumlandırılmış heykeli gerçekten görülmeye değer. Heykeli, onun çok sevdiği Ceyhan Irmağının gürül gürül akan coşkun sularına bakıyordu. Adeta buradan tüm Çukurova’ya ve tüm dünyaya şöyle sesleniyor, “O iyi insanlar, o güzel atlara bindiler, çekip gittiler.” Biz geride kalanlar da diyoruz ki “O iyi insanlar o güzel atlara binip geri gelecekler.” Toprağın bol olsun Büyük Usta.

Bahar aylarına yaklaştığımız bu günlerde, kış mevsiminin tüm izleri Toroslar’dan ve Çukurova’dan silinmek üzere. Ovanın ıssızlığında esen rüzgarı tenimde hissederek, ırmağın ışıldayan sularını dakikalarca izledim. Sadece kurbağaların sesini ve ırmakta sık sık havaya sıçrayan sazanların çıkardıkları su sesini duyuyordum. Irmağın kıyısındaki söğüt dallarının hışırtısını da bunlara eklemek mümkün.

            “Dinlerseniz size her zaman doğru yolu gösteren bir sesin var olduğunu unutmazsınız” der Thomas Hughes. Doğadaki seslerden oluşan bu senfoninin, bana “ doğru yolu gösteren sesler “ olduğunu düşünerek adeta doğayla bütünleştim. Biraz uzakta, Toros dağlarının karla kaplı yamaçlarının büyüleyici görüntüsüne kapılıp kaldım. Ruhumda oluşan bu huzur dolu anların bitmesini hiç istemedim. Ama her güzel anın bir sonu var elbette.      

             Tepemde kümelenen yağmur bulutları, tüm yükünü ovaya bırakmak için sabırsızlanırken, köyün güneyindeki çam ağaçlarının içine yönelmiştim bile. Yürüdüğüm patikada, yağmur kendisini iyiden iyiye hissettirmeye başlamıştı ama ne gam. Doğada, ıslanarak yürümek en büyük arzularımdandı. Yağmurdan sonra yayılan, kesif toprak kokusunu duyumsama isteği de, yine bu arzunun başka bir nedeni değil miydi zaten?

Kuruyup düşen ağaç dallarının üstü, önceki yıldan dökülen gazellerle kaplanmış. O andan itibaren doğada duyduğum tek ses, toprağa temas etmeden üzerinde yürüdüğüm ıslak gazellerin hışırtısıydı. Aslında, şahit olduğum, yaklaşan baharın belirli bir süre sonra doğayı eski canlılığına getirecek olmasıydı. Şubat ayında Anadolu’nun büyük bir kısmına soğuk ve karlı havalar hakimken Çukurova’da ılık bir ilkbaharı yaşayabilmek. Böyle güzel bir günün hayalini günler öncesinden kurup bir çocuk sevinciyle harekete geçmek. Hele ki böyle bir havada doğanın tüm sağaltıcı gücünü hücrelerimde hissedebilmek. Ne büyük nimetti tüm bunlar benim için.

            Usta’nın köyüne veda ederken, “İyi ki böyle Anadolu’yu anlatan ve yaşatan büyük yazarlarımız var.” Diye şükrettim. Sonra uzanıverdim papatyaların üstüne, toprağın kokusunu içime çektim. Anadolu’nun eşsiz güzelliklerine şahit olmanın tatlı yorgunluğunu ve mutluluğunu yaşadım.  Anadolu’yu gezdikçe bitirebileceğimi düşünürdüm bir zamanlar ama gezdikçe Anadolu gözümde daha da büyüdü, bu güzellikler karşısında ben daha da küçüldüm.

Selam olsun Türkiye’min güzel doğasına, Selam olsun Anadolu’mun güzel insanlarına, Selam olsun kadim Anadolu’ya.

Son söz “Güzel Atlara Binip Giden İyi İnsan”dan :

Çukurova’daki kızın gözlerini ben gördüm 

Anlatmaya dilim yetmez ki 

Ben diyorum ki size, ben aşkın ve ümidin adamı 

Bir dil bulacağız her şeye varan

Bir şeyleri anlatabilen

Böyle dilsiz, böyle düşmanca, böyle bölük pörçük 

Dolaşmayacağız bu dünyada

Her şeyi söyleyebileceğiz bu dünyada

Her şeyi birbirimize

Şöyle bir gözünüzün önüne getirin ki

Dünyada tek bir insan bile kalmamış   

Çiçekler, böcekler hani şairlerin anlata anlata bitiremediği bir dünya.