Çukurova’yı güneyden çevreleyen Toros dağlarının eteklerinden, güneşin ışıkları henüz düşmüştü Ceyhan nehrinin kımıltısız kıyılarına. Aydınlanan Toros dağlarını ve menevişlenen ırmağı, sabahın ilk ışıklarında yakalamanın sevinci içindeydim. Nihayet ayaklarım beni, Hemite köyünün yanından geçen Ceyhan nehrinin kıyılarıyla buluştu. Doğa harikası nehrin yuvarlak taşlı kıyılarında yürümek, tüm yorgunluğumu unutturdu.
Daha iki ay öncesine kadar bembeyaz karlarla kaplı, Torosların geçit vermeyen yamacında, eriyen kar sularının beslediği, rengarenk çiçeklerle bezenmiş bir toprakla karşılanmak… Saklı güzelliklerle dolu Çukurova için sıradan olan bu durum, benim için oldukça sıra dışıydı. Ruhumu dinginleştiren ve coşturan bu güzellikler çiçeklerle sınırlı değildi elbette. Sürpriz bir şekilde karşıma çıkan muhteşem pınarlardan içtiğim billur sular ve Torosların doruklarından ovaya esip gelen rüzgarın uğultusu, beni tarifi imkansız mutluluklara sürükledi. “Memleketimin dağlarına, ovalarına bahar gelmiş” dedim.
Yolculuğumun hemen başında, köy kahvehanesinde içeceğim çayın tadını, başka hiçbir yerde alamayacağımı biliyordum. Anadolu’nun herhangi bir köy kahvehanesinde içeceğiniz çaydan keyif almama ihtimaliniz de yoktur zaten. Acaba çok yorulup kendimi güç bela atabildiğim köy kahveleri mi beni böyle düşündürüyor? Yok yok, köy kahveleri bu çay demleme işini gerçekten iyi biliyor. Hemite köyünün kahvehanesine adımımı atmamla birlikte, kahvehanedeki köylülerin hepsinin yakın ilgisine mazhar oldum. Her biri ayrı ayrı merhaba diyerek, halimi hatırımı sordular. Anında önüme o tavşan kanı çayı getirttiler. Onlarla sanki kırk yıllık dostmuşçasına yarenlik ettik. Hiç istemeden aralarından ayrıldım.
Köyün insanları, mart ayının son günlerinde bağ ve bahçedeydi. Çukurova’nın çalışkan köy kadınları, arazide eşleriyle hummalı bir çalışmanın içine girmişlerdi. Onları izlediğimi fark ettiklerinde içlerinden biri, “Hadi boş boş bakacağına gel de fidanları dikmemize yardım et.” dedi. Bu özgüveni yüksek Anadolu kadınının sözleriyle, yüzümde oluşan hayranlık dolu tebessümle yürümeye devam ettim.
“Tüm muhteşem hikayeler iki şekilde başlar: Ya bir insan yolculuğa çıkar ya da şehre bir yabancı gelir.” Çukurova’nın heyecan verici coğrafyasını gezdiğimde Tolstoy’un bu sözü geldi aklıma. Ben de ovanın bir yabancısı olarak dolaştım makilik arazinin ortasında. Amacım muhteşem bir hikaye ortaya koymak değilse de zihnimden hiç çıkmayacak anılar biriktirmekti belki de.
Hemite köyünden, Yaşar Kemal’in İnce Memed’inde durgun denizde ilerleyen bir gemiye benzettiği Dilekkaya köyündeki Anavarza Kalesi’ne ulaştım. Kalenin üstünü kökleri belki de kalenin yapıldığı tarihlere uzanan, kokusuyla insanın başını döndüren, şubat ayının gözdesi nergisler sarmış. Çakır dikenlerinin arasına gizlenmiş nergisler tabii ki Usta’nın gözünden kaçmamıştır. Şöyle der İnce Memed’te: “Baharları Anavarza’da her şey; sinek, böcek, kurt, kuş, nergis kokar.”
Anavarza’dan Çukurova’yı görmenin ayrıcalığıyla, mor kayalıkların zirvesinden antik kentten kalan eserlerin en ince ayrıntısını, gökte süzülen kartalları, renk renk tarlaları, çoban köpeklerinin korumasındaki koyun sürülerini ve yemyeşil ağaçların içindeki Dilekkaya köyünü keyifle izledim.
Kaleden indiğim gibi kendimi Dilekkaya köyünde buldum. Burada eski bir çeşme başında, yeşilin her tonuna şahit olduğum bir düzlükte koyunlarını güden Mevlüt Amca’ya rastladım. Kırk yıldır bu ovanın kadim dostu olan Mevlüt Amca, Çukurova’yla bütünleşmiş güzel bir insan. Varlık sebebini doğaya bağlayan ve sevdiği bu doğayı canı gibi koruyan Mevlüt Amca’yla kaynaşmamız uzun sürmedi. “Doğa ancak insanların sahip çıkmasıyla korunabilir Oğul. Doğayı tıka basa karnını doyurma, nefsini körleme yeri olarak görenler, doğaya sadece pisliğini bırakıp giderler.” Kendisiyle o muhteşem sohbetimizin ardından ayrılmak için izin istediğimde Mevlüt Amca, ısrarla geceyi benim fakirhanede geçirelim teklifinde bulundu. Her bir sözü kulağıma bir özdeyiş güzelliğinde gelen, Anadolu’nun bu kıymetli, asil insanının yanından istemeye istemeye ayrıldım…