İnce Memed’in ikinci cildinde Usta, Anavarza’yı şöyle betimlemiş. “… Anavarza kalesinin kayalıkları kuzeyden güneye uzanmış bir gemiye benzer. Üstündeki eskimiş, dökülmüş örenleri, yıkıntılarıyla. Anavarza gemisi her zaman durgun bir denizde hiç sallanmadan ağır ağır ilerler.” Bu güzel cümlelerin zihnimdeki etkisiyle kentin güneydoğusundaki antik merdivenleri arkadaşlarımla çıkmaya başladım. Kayalara oyulmuş merdiven basamaklarından yarım saatlik bir tırmanışla kaleye ulaşılıyor. Basamakları adımladığınızda çeşitli kitabeler ve kabartmaları da yol üzerinde göreceksiniz.
Romalılar zamanında yapılan kale, üzerinde yirmi burç bulunan bin beş yüz metre uzunluğundaki surlarla çevrilidir. Kale içinde kilise, kuleler, depolar ve üzerinde Ermenice kitabenin bulunduğu bir şato bulunmaktadır. Kökleri belki de kalenin yapıldığı tarihlere uzanan, kokusuyla insanın başını döndüren ve adını mitolojiden alan, şubat ayının çiçeği nergisler sarmış kalenin üstünü. Çakır dikenlerinin arasına gizlenmiş nergisler tabii ki Usta’nın gözünden kaçmamıştır. Şöyle der İnce Memed’te: “Baharları Anavarza’da her şey sinek, böcek, kurt, kuş, nergis kokar.”
Anavarza’dan Çukurova’yı seyretmek ne büyük bir ayrıcalıktır. Mor kayalıkların zirvesinden antik kentten kalan eserlerin en ince ayrıntısını, gökte süzülen kartalları, renk renk tarlaları, çoban köpeklerinin korumasındaki koyun sürülerini ve yemyeşil ağaçların içindeki Dilekkaya köyünü keyifle izledim. Yaşar Kemal’in romanlarındaki doğanın, yaşayan canlı bir varlık gibi gözümüze görünmesini, Anavarza kayalıklarını ve çevresini görünce daha iyi anlıyor insan.
Kaleden indiğinizde, kendinizi hemen sit alanı üzerine kurulmuş Dilekkaya köyünde buluyorsunuz. Neredeyse her evin bahçesinde sütun başlıkları, lahitler, mozaikler var. Köy aynı zamanda antik kentin görkemli, üç girişi olan Zafer kapısını barındırıyor. M.Ö. 9.yy’da Asurlular tarafından kurulan kentten bir çok farklı kültür ve medeniyet gelmiş geçmiş.
Anavarza’dan istemeye istemeye ayrılarak 36 km uzaklıktaki Sis kalesine ulaştık. Kale, “Dağ Kaleleri” zincirinin dördüncü halkasıdır. Ortaçağda Kilikya Ermeni Krallığından geçen seyyahların en çok etkilendiği yerlerin başında Anavarza harabeleri ve Sis kalesi gelirmiş. 44 kule ve burcu bulunan kale Asurlular tarafından yapılmış. Kozan’ın tam ortasında dört yüz metre yükseklikteki kaleden açık bir havada Anavarza, Karasis, Andıl, Dumlu kaleleri hatta Akdeniz bile görülebilmektedir. Altı bölümden oluşan kalenin mahzenleri, sarnıçları ve güney kesimindeki tepede bir iç kalesi vardır. Surları toplamda altı kilometreyi bulan kalenin büyük kısmı, taş işçiliği ve plan bakımından Ermeni mimarisine dahildir. Sis, ortaçağda bölgenin önemli bir Ermeni din merkeziymiş. Eğitim ve sosyal hayatta bunun etrafında şekillenmiş. Hakim bir noktada kurulan kaleden yapacağınız bir seyir, size görsel bakımdan son derece keyifli dakikalar yaşatacaktır.
Yaşar Kemal’in betimlemeleriyle can bulan bu bölgeyi kısa bir sürede gezmek elbette çok zor. En azından Usta’nın kaleminden yansıyan Çukurova’yı yerinde görmek ve hissetmek bambaşka bir mutluluk oldu. Amacım Çukurova’daki kaleleri yazmaktı ama söz dönüp dolaşıp Usta’yla bütünleşmiş Ova’ya çıktı. İçimdeki duygulara Sinema sanatçısı Menderes Samancılar tercüman olmuş adeta: “ Biz Yaşar Kemal’den sadece çiçeklerin nasıl açtığını, toprağın nasıl koktuğunu, rüzgarın nasıl estiğini öğrenmedik. Biz O’ndan, Toroslardan esen rüzgarın insanı nasıl adam ettiğini de öğrendik.”
Son söz “Güzel atlara binip giden İyi İnsan”dan ;
Çukurova’daki kızın gözlerini ben gördüm
Anlatmaya dilim yetmez ki
Ben diyorum ki size, ben aşkın ve ümidin adamı
Bir dil bulacağız her şeye varan
Bir şeyleri anlatabilen
Böyle dilsiz, böyle düşmanca, böyle bölük pörçük
Dolaşmayacağız bu dünyada
Her şeyi söyleyebileceğiz bu dünyada
Her şeyi birbirimize
Şöyle bir gözünüzün önüne getirin ki
Dünyada tek bir insan bile kalmamış
Çiçekler, böcekler hani şairlerin anlata anlata bitiremediği bir dünya