Ne zaman Toros Dağları'nda bir geziye katılsam içim kıpır kıpır olur, eteklerim sevincimden zil çalar. Toroslarda yapılan gezilerin mevsimi de yoktur aslında. Çünkü Torosların her anında; taşında, toprağında, ağacında ve suyunda bu güzellikleri her zaman görmek mümkün. Hele ki gezinize, bir yayla köyünün kahvehanesinde demlenen çayın tadını alarak başlarsanız, saydığım güzellikler bambaşka görünecektir gözünüze.

Bütün bu güzel hisleri taşıdığım bulutlu bir aralık sabahında, Mersin'den -1493 rakımıyla Toros köylerinin en yükseğinde yer alan- Atlılar köyüne ulaştım. Bu köy, Kafkasyadan gelip Mersin'e yerleşen Çerkezler'in köyü. Toroslar'ı yurt edinen Çerkezler'in hikayeleri oldukça ilginç. Rus Çarlığı'nın artan baskılarıyla kültürlerini yaşayamaz hale gelen Çerkezler göç kararı alırlar ve 1885 yılında Novoroski Limanı'ndan gemiye bindirilerek, Ürdün ve Suriye'ye götürülmek üzere yola çıkarılırlar. Uzun bir yolculuktan sonra gemi, Mersin Limanı açıklarında arızalanır. Gemi tamir edilene kadar Çerkezler'in Mersin Limanı'nda konaklamalarına izin verilir. Fakat tamirin çok uzun bir sürede gerçekleştirilecek olması üzerine Osmanlı ve Rusya arasında yapılan anlaşmayla kafilenin Mersin'de kalmasına karar verilir. Kafileye, Mersin merkezde ve Mezitli dolaylarında birkaç yer teklif edilir. O zamanlarda bölgenin bataklık olması ve hastalıkların yayılması nedeniyle birkaç ay sonra Çerkezler, kendi iklimlerine benzerlik gösteren Toroslar'a yerleşerek, alışageldikleri yaşam alanlarına kavuşurlar.

Çerkezler'in kendi kültürlerini yansıttıkları, sayıları günden güne azalan, ahşap ve taşın yapı malzemesi olarak kullanıldığı evlerin bir kısmı günümüzde hala ayakta. On yıl öncesinde de geldiğim Atlılar köyünde, bu eski evlerin sayısının çok daha fazla olduğunu bugünkü gibi hatırlarım. Keşke bu mimarisi farklı evler, zamanın acımasızlığına direnebilseydi.

Kışa yaklaştığımız bu günlerde, hazan mevsiminin tüm izleri, Toroslar'daki hükmünü kaybetmek üzere. Tepemde kümelenen yağmur bulutları tüm yükünü, bu eşşiz doğaya bırakmak için sabırsızlanırken, köyün güneydoğusundan ardıç ağaçlarının içine yönelmiştim bile. Ormanın içinde yürüdüğüm patikada, yağmur kendisini hissettirmeye başlamıştı ama ne gam. Doğada, hafif bir yağmurun altında ıslanarak yürümek bana her zaman heyecan verici gelmiştir. Yağmurdan sonra yayılan, kesif toprak kokusunu duyumsama isteği de, yine bu arzunun başka bir nedeni değil miydi zaten?

Kuruyup düşen ağaç dallarının üstü, dökülen gazellerle kaplanmış. O andan itibaren doğada duyduğum tek ses, toprağa temas etmeden üzerinde yürüdüğüm ıslak gazellerin hışırtısı oldu. Aslında, şahit olduğum şey, yaklaşan kış mevsimiyle doğanın, belirli bir süre eski canlılığını yitirip uykuya dalmasıydı. Bu durum nihayetinde geçiciydi. Bahar geldiğinde doğa yine canlanacak ama yolun kıyısındaki kurumuş dere yatağı için aynı ümidi taşımak zor. Son yıllarda sayıları hızla artan bu susuz yataklar, ellerimizin içinden hızla kayıp giden münbit toprakların da yok oluşunun habercisi aslında.

Atlılar'ı Horozlu'ya bağlayan, tamamıyla yeşil bir dokunun içindeki yolun üzerinde, Ormancıların kestikleri ağaçları gördüm. Elbette ki kontrollü kesilen ve kesilen ağaçların yerine fidanlar dikilen bir araziydi bu. Eski su kaynaklarından eser kalmayan bu dağlarda, bu fidanlar hayat bulabilecek mi? Yaşamımız boyunca 'Doğaya saygı' der dururuz ama acaba kaçımız bu cümleyi içselleştirebildik? Bizler ağaçların gölgelerinde büyüyen çocuklardık ama çocuklarımıza ancak betonların gölgesini bırakan bir nesil olarak bu dünyadan göçüp gideceğiz.