TÜİK nihayet, öncelikle işçi, memur ve emeklilerin, iş dünyasının ve bütün bir piyasa düzenleyicilerinin
pür dikkat gözlerini ve kulaklarını diktikleri ve büyük bir merakla bekledikleri 2024/Aralık ayı enflasyon
rakamlarını açıkladı. TÜİK’e göre 2024/Aralık ayı için aylık enflasyon %1,03; yıllık enflasyon ise %44,38
oranlarında gerçekleşti. Tabii TÜİK’in açıkladığı bu rakamlar ekonomi çevrelerinde kuşkuyla karşılandı
ve çelişkili bulundu. Çünkü, Türkiye’de yine TÜİK gibi enflasyon hesaplamaları yapan ve bulduğu
sonuçları kamuoyu ile paylaşan Enflasyon Araştırma Grubu (ENAG) adlı uzmanlık kuruluşu ise
2024/Aralık ayı aylık enflasyonunun % 2,34; yıllık enflasyonun ise % 83,40 oranlarında artış
kaydettiğini daha önce açıklamıştı. Tabii enflasyonun gerçekçi olmayan bir şekilde “ben yaptım oldu”
mantığıyla açıklanması karşısında Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in bakanlık görevine
başlarken vurgu yaptığı “ekonomide rasyonel ve gerçekçi politikalara dönüleceği” vaadine inanıp
umuduna kapılanlar, karşı karşıya kaldıkları bu acı gerçek karşısında çok ciddi bir hayal kırıklığına
uğradılar. Çünkü enflasyon hesaplanması ve açıklanması yöntemlerinde en küçük bir değişiklik
olmamıştı. Kısaca belirtmek gerekirse; enflasyon cephesinde yeni bir şey yoktu. Tabii ekonomi
çevrelerinde, Türkiye Ekonomisinde çok ciddi ve kronikleşmiş yapısal sorunların mevcut olduğu
konusunda neredeyse kamuoyunun tüm kesimleri arasında geniş bir oydaşma sağlandığı yönünde yaygın
bir görüş birliği oluşmuştur. Sorunlara köklü ve kalıcı çözümler getirilemediği için ne yazık ki,
makroekonomik düzeyde ekonomik sistemin genel yapısında mevcut olan bu yapısal sorunlar giderek
daha da büyümeye ve ekonomik göstergeler ise giderek daha da kötüleşmeye devam etmektedir. Gazete
ve televizyonlarınızda boy gösteren çeşitli uzman ve siyasetçilerimiz her nedense pek dikkat çekmiyorlar
ama, kanımca, Türk Ekonomisindeki bu kötü göstergelerin en başında milli gelirin dış borçları karşılama
oranı gelmektedir. Bakınız, eğer bir ülkede milli gelirin dış borçları karşılama oranı %45’lerin üzerine
çıkmışsa; o ülkede ekonomik dengelerin hiç birisi tutturulamadığı gibi ne yaparsanız yapınız sosyal ve
siyasal çalkantıları da engelleyemezsiniz. Gazete ve televizyonlarda açıklama yapan bazı uzmanlardan
öğrendiğimize göre; Türkiye’de milli gelirin dış borçları karşılama oranı %62’lerin üzerine çıkmıştır. İşte,
yaşadığımız ekonomik sıkıntı ve zorlukların çok büyük bir çoğunluğunun temelinde bu çok ciddi bozukluk
yatmaktadır. Türkiye’nin dış borçlarının 400 veya 500 milyar doların üzerine çıktığı söylenmektedir.
Türkiye, hiçbir harcama ve yatırım yapmadan milli gelirinin tamamını bu borcu ödemeye ayırsa bile, bu
borcun ancak %65’ini ödeyebilmektedir. Ekonomik sorunların çözümüne öncelikle bu önemli sorunun
çözümünden başlamak gerekmektedir. Bundan başka Türkiye ekonomisinin kökenleri çok eskilere
dayanan çok önemli ve artık kronik hale gelmiş olan daha başka yapısal sorunları da mevcuttur. Bunlar,
gelir ve servet dağılımındaki bozukluk ve adaletsizliklerdir. Türkiye, dünyada gelir ve servet dağılımı
bozukluğu sıralamasında durumu en kötü olan üç-beş ülke arasında sayılmaktadır. Ekonominin bir başka
yapısal sorunu da artık kronik hale gelmiş olan yaygın işsizliktir. Çeşitli kaynaklarca İşsiz sayısının 10
milyonu aştığı belirtilmektedir. İşsizler ordusunun büyüklüğü, işçi ve memur gibi emeğiyle geçinenlerin
ve bunların emeklilerinin ücretlerinin düşük kalmasına neden olmaktadır. 2025 Yılı Asgari ücretinin,
memur ve emekli aylıklarına yapılacak zam oranlarının düşük tutulması da hep Mehmet Şimşek’in
uyguladığı sıkı para politikasının zorunlu bir sonucudur. Bu sistemde örgütlü bir sendikal mücadele
vermeden ücretlerin rasyonel ve gerçekçi bir şeklide artmasını beklemek, içi boş ham bir hayalden öteye
herhangi bir anlam taşımamaktadır. Türkiye’de taa Turgut Özal tarafından açıklanan 24 Ocak 1980
Ekonomik İstikrar Tedbirlerinin hayata geçirilmesinden bu yana uygulanan ve 22 Yıllık AKP İktidarı
döneminde doruğuna ulaşan inşaata dayalı rant ve sıcak paraya dayalı tüketim ekonomisi modelinin artık
sonuna gelinmiştir. Ne yaparsanız yapınız, dışa bağımlı bu neo-liberal ekonomik sistem artık işlememekte
ve her yanından SOS vermektedir. Sistemi işletmek için alınan bazı palyatif çözümler, hiçbir yarar
sağlamadığı gibi ekonomik hayatta çalkantıların meydana gelmesine ve toplumda ise büyük
hoşnutsuzlukların yaşanmasına neden olmaktadır. Türkiye’de kendi halinde, işinde gücünde, gündelik
yaşamını karınca kararınca yaşamakta olan ortalama ve sade insanın asıl sorunu bunlar değildir. Dar
gelirli ve yoksul geniş halk kesimlerinin asıl sorunu hayat pahalılığı ve geçim sıkıntısıdır. Temel ve zorunlu
tüketim mallarının ve gıda fiyatlarının her gün aşırı derecede yükselmesidir. Gittikçe artan derin
yoksulluk ve işsizliktir. Aslında döviz, faiz ve altın fiyatlarının artmasının, mal ve hizmetlerin maliyetlerinin
artması üzerinde etkileri açısından birbirinden hiçbir farkı yoktur. Örneğin döviz fiyatları düşük, faiz
oranları yüksek olsa da bu durum yine de maliyet artışlarına neden olabilmektedir. Halk açısından asıl
sorun, fiyatlar genel düzeyinin, yani enflasyonun artmamasıdır. Öyleyse yapılan tartışmalarda asıl sorun
dövizin, faizin ve altının fiyatlarının yüksekliği değil, enflasyonun yüksekliği sorunudur. Halkın
yoksullaşması sonucunu doğuran, en acımasız, haksız ve adaletsiz bir vergi olan enflasyon; Türkiye
ekonomisinin çok eski ve kronik bir hastalığıdır. Kavramsal olarak kısaca belirtmemiz gerekirse enflasyon;
Latince kökenli bir sözcük olup, Türkçe’de “şişme” anlamına gelmektedir. Bir başka tanımla enflasyon, bir
ekonomide fiyatlar genel düzeyinin normalin üzerinde devamlı olarak artması ve dolayısıyla ülke
parasının iç değerinin düşmesidir. Nitekim öyle de olmuş, yaşanan yüksek enflasyon nedeniyle paramız
pula dönmüş ve Türk Lirası dünyanın en değersiz paralarından birisi haline gelmiştir. Türkiye’de memur
ve emekli aylıklarına 6 ayda bir yapılan zamların hesaplanması açısından TÜİK tarafından açıklanan resmi
enflasyon oranlarının ise özel bir anlamı ve önemi vardır. Çünkü maaşlara yapılacak zam miktarları bu
oranlara göre belirlenmektedir. Türkiye’de sürekli ve düzenli olarak enflasyon hesaplaması yapan TÜİK,
Türk-İş, İTO ve ENAGRUP gibi kuruluşlar vardır. Ancak her nedense bunlarının hiç birisinin enflasyon
hesapları birbirini tutmamaktır. Ve en düşük rakamları açıklıyor olması nedeniyle TÜİK’in açıkladığı
enflasyon rakamlarına duyulan güven ise bir hayli azalmıştır. Dünyada olduğu gibi Türkiye’de de
enflasyonla mücadele etmek ve enflasyon oranlarını istenen makul düzeylere düşürmek her zaman
olanaklıdır. Bunlar bilinmeyen yöntemler değildir. Türkiye’de enflasyonu durdurmak çok kolaydır.
Şimdilerde Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in çok katı bir şekilde uygulamaya çalıştığı gibi
Merkez Bankasının para musluklarını kapatır, yani sıkı para politikası uygularsanız. Faizleri olabildiğince
yükseltir ve işçi, memur ve emekli aylıklarını olabildiğince düşük tutarak iç talebi kısarsanız. Ve vergileri
olabildiğince yükselterek sünger politikası uygulamak suretiyle tedavüldeki para miktarını azaltırsanız,
enflasyonu da o anda “şak!” diye durdurursunuz. Ama o zaman da piyasalarda büyük bir durgunluk
başlar ve deyim yerindeyse piyasalarda adeta yaprak kımıldamaz. Kaldı ki, bu durum da sağlıklı ve
herhangi bir ekonomi için hiç te istenmeyen daha başka hastalıklı bir durumdur. Böyle bir durumda
resesyon yani durgunluk veya stagflasyon yani, durgunluk içerisinde fiyatlar genel düzeyinin yükselmesi
gibi marazi durumlar meydana gelebilir. İşte enflasyonla mücadelenin zorluğu da bu hassas dengelerin
gözetmesi zorunluluğundan kaynaklanmaktadır. Önemli olan ekonominin dengelerini sarsmadan ve
ekonomik canlılığı koruyarak enflasyonu kontrol altına alabilmektir. Ancak bunun için öncelikle inşaata
dayalı rant ve sıcak paraya dayalı tüketim ekonomisinden, lüks harcamalardan ve israf ekonomisinden
vazgeçilerek ürettim ekonomisine geçilmesi gerekmektedir. Cumhuriyetin ilk yıllarında, 1930’larda
uygulanan planlı toplumsal kalkınmayı esas alan karma ekonomik model ve 1960’larda Devlet Planlama
Teşkilatı tarafından hazırlanan 5 Yıllık Kalkınma Planlarını uygulamayı esas alan ve düşük enflasyonla
yüksek kalkınmayı gerçekleştirmiş olan planlı kalkınma modelleri, Türkiye’de enflasyonu kontrol altına
alan ve belirli ölçülerde de olsa toplumsal kalkınmayı sağlayan çok iyi örnekler olarak önümüzde
durmaktadır.