Bu yazımız da, hassas ruhlu ve müdakkik zihinli  ‘iyi bir insan olarak Rilke’nin’ bilincimiz de bıraktığı izleri dışa vurma gayretinde olacağız. Rilke’nin ilk eseri 1894’te okul yaşamı devam ederken yayınlamış olduğu: ‘Yaşam ve Şarkılar, Görüntüler ve Günlük Yaprakları’ adlı bir şiir kitabıdır. Yazın dünyasın da kaideleşmiş bir söz olan: ‘Bir yazarın ilk kitabı en iyi kitabı değildir.’ fakat o yazarın daha sonraki üretimlerinin tohumları hep bu ilk eserde gömülüdür. Rilke içinde bu geçerlidir. İlk eserini yayınladıktan bir yıl sonra 1895’te Prag’daki Karlova Üniversitesi’ne girdi: Alman edebiyatı ve sanat tarihi derslerinin yanı sıra, ailesinin onayını almak için bir dönem hukuk da okudu. Edebiyat dünyasına daldığını, kendisini derslere veremediğini görünce 1896’da Üniversiteyi bırakıp; sanatçı çevrelerinin merkezi haline gelmiş ve kozmopolit havasıyla kendisine çekici gelen Münih’e gitti. Sürekli bir merak ve arayış içinde uzun gezilere çıktı. Esaslı sanatsal üretimlerinin birçoğu onun olgunluk dönemi olarak adlandırılan bu evre de ortaya çıktı. Onun geçiş dönemi olarak gördüğüm bu aşamada yaşamını İspanya, Fransa, Rusya, Avusturya, İsviçre ve İtalya’da geçirdi. Şair’in olgunluk dönemine geçişi, 1897 yılının ilkbaharında Salome ile tanışıp sevgili olmasıyla başlar. Bu ilişkilenme serüveni, ‘mistik tınıya’ sahip bir şairin doğuşuna sebep oldu. (Salome, bu ruhsal aşkın hem öznesi hem de ilişkiyi katalize eden müthiş ve tarihi bir kadındı.’ Subjekif bir yaklaşımla  Rilke, bu ‘tarihi kadınla’ yaşadığı ‘ruhsal aşkın’ hakkını verecek psikolojik güce ve mental dayanıklılığa sahip değildi. Ve ilişkinin hakkını veremedi de. Bizleri de bu ruhani aşkın sanatsal kazanımlarından mahrum etti.Kıyas bağlamında yazacağım, Pozitivizm yazımızda değindiğimiz Auguste Comte’un obsesif bir aşk yaşadığı Clothilde de Vaux, aslında değmez bir kadın olup; ruhen dejenere olmuş bir yapıya sahipti. Sadece erken yaştaki ölümü ve tamamlanmamış bir aşk öyküsünün merkezi figürü olması ve buna bir de erkek zihninin önemli bir aptallığı olan; ‘yanlış kadını, bir süre sonra doğru kadın kabul etme’ yanılsaması eklenince, Auguste Comte gibi bir dahi tarafından kült haline getirilmişti.) Rilke 1899’da ve 1900’de olmak üzere Lou ile iki kez Rusya’yı ziyaret etti. Rusya’nın Rilke’nin yaşamında önemli bir yeri oldu. Lou ile Rusya’ya ilk kez 1899’da, daha sonra da 1900’de gittiler. Kendi ifadesiyle, Rusya Rilke’ye şiir yazma coşkusu verdi. 1899-1903 arasında yazdığı üç bölümlük uzun şiir dizisi ve 1905’te tamamlayıp; yayınladığı ‘Dua Saatleri’ Kitabı olgunluk döneminin başlangıç eseri oldu.  Rilke, bu eserindeki şiirleri, dua yoluyla Yaratıcı’ya ulaşmaya çalışan genç bir papazın dilinden yazmıştı. Bu eserinde Rilke, Yaratıcıyı, “varoluşun”ın vücut bulduğu varlık, “nesneler”in dünyasal çeşitliliğine mündemiç(içkin) sırlı bir öz olarak ifadelendirmişti. Evrenin her zerresinde Yaratıcıyı görüp onu deneyimleyen birinin aktarımlarını ustalıkla yazmıştı Dua Saatlerinde. Bu eserde 1890’ların dili ve motifleri, söz gelimi Art Nouveau sanat akımının imgelem dili, John Ruskin’in sanatsal tutkusu, Henri İbsen’in oyunlarındaki mesajsal vurguları, ve belki de en önemlisi Nietzche’nin yaşam felsefesinin(İşte burada Salome’nin etkisi devreye giriyor aslında. Nietzche arkadaşı yazar Paul Rae’nin davetine uyup; Salome ile tanışınca büyük bir şaşkınlık yaşamıştı. Salome’un yaşama bakışı, kendi bakış açısıyla ile o kadar uyumluydu ki Salome’ye aşık olup; evlilik teklif etti.  Bu teklife ret cevabı almasının akabinde uzun süre toparlanamayan Nietzche ‘Böyle Buyurdu Zerdüşt’ isimli eserini kaleme aldı. İlham kaynağı Salome’ydi. Bu eserin yayımlanması, filozofun ruhunda,  karşılıksız bir aşkın oluşturduğu gerilimin boşalmasına yardımcı olmuştu.) etkileri çok belirgindi.  Yakaladığı akıcılık, etkileyici telkin, yakarıcı bir edayla edilen dualarda, kendi iç sesiyle bütünleşmiş büyük bir şairin üslubundan haber veriyordu. Diğer yaşamsal dönemeçlerinden biri  olan, heykeltraş Rodin ile tanışıp onun yaşamını  kaleme  aldığı eserini yayınlamasıdır. Bu tanışma onun şiire ve yaşama bakışını derinden etkiledi.  Rilke’nin Dua Saatleri kitabının ikinci baskısına eklediği 37 şiirde Paris yaşantısının ve özellikle de Rodin’in etkisi hakimdir.  Güz Günü ve Akşam gibi ünlü şiirler, bu baskıya eklenenler arasında olup yeni bir döneme geçişin izlerini yansıtır. Sanatsal yaşamının ikinci döneminin başlıca iki yapıtından biri olan, Rodin’in Hayatı ve Paris kentinin etkilerini taşıyan Yeni Şiirler adlı kitaplardır. Burada artık ilk eserlerindeki, Yaratıcı, aşk, ölüm gibi konulardan dış dünyaya nesnelerin dünyasına geçiş söz konusudur. Panter ve Roma Çeşmesi adlı şiirlerinde nesnelerin kendisinden yola çıkan Rilke, (Rodin’den algı yönetimini öğrenip; bakmanın ötesine geçip; görmeyi başarması)  Kişisel duygularına ve izlenimlerine yer vermeksizin salt nesneyi tanımlaması bu döneminin en ayırt edici özelliğidir.  Yeni Şiirler ile Alman edebiyatındaki lirik şiir anlayışını aşıp 'nesne şiiri' adı verilen yeni bir tür üretimin içine giren Rilke'nin ‘eserleri’, Rodin'in yapıtlarında olduğu gibi plastik nesneler olmayıp 'yazılı nesnelerdir'. Bu şiirlerinin temelinde yatan ve Rilke'nin 'görmeyi öğrenmek' olarak nitelendirdiği ‘dış dünyaya bakış ve görme ilkesi’, Malte Laurids Brigge'nin Notları adlı romanı için de geçerlidir. Bireyin kendisine ve çevresine yabancılaşması, büyük kent insanının yalnızlığı, insanın varlığını oluşturan ölüm korkusu gibi konuları varoluşçu felsefenin ilk edebiyat metinleri olarak kabul görür. Paris’te bir otel odasında yaşayan şair Malte’nin ağzından yazılan bu kitapta betimleme, hatıra ve düşünce bölümleri birbirine ustaca geçişlerle kaleme alınmıştır.. Rilke, konularını öykü anlatımının alışılmış kronolojik sıralamasıyla değil, her şeyi kuşatan, mekânla iç içe geçmiş zamanın içine gömülü eşzamanlı olaylar olarak verir. Bu yapıtta Rilke’nin bütün ana temalarını; ölüm korkusu, aşkı, çocukluk korkuları, kadının yüceltilmesi ve “yaşamının her anında deneyimlediği Tanrı” düşüncesini görmek mümkündür. Rilke bu yapıtları bitirdikten sonra yazmayı bırakmayı düşünecek kadar ağır bir bunalıma girdi. Kısa şiir dizisi (Meryem’in Yaşamı 1913)  bundan sonra 13 yıl hiçbir şey yayımlamadı. Bu aradan sonra  1912’nin Başında Trieste yakınlarındaki Duino Şatosu’nda kaldığı sırada iki uzun ağıt yazdı, ama yeni bir dizinin parçaları oldukları için Yeni Şiirler kitabından bile önemli sayılan bu şiirleri hemen yayımlamadı. Bu arada verimli olabildiği tek dönem, yeni bir şiir dizisiyle “Dördüncü Duino Ağıtı”nı yazdığı 1915 güzü oldu.Rilke bundan sonraki yedi yılı, vatanı saydığı ülkelerin sonuncusu olan İsviçre’de geçirdi. Yaratıcı gücüne bir kez daha kavuşmuştu. Yoğun bir çalışma sonunda 1922’de, yıllar önce başladığı Duino Ağıtları’nı bitirdi ve bu yapıtta benzer temaları benzer bir atmosferde işleyen 55 şiirlik  Orpheus Soneleri dizisini  kaleme aldı.Bu dizi, Rilke’nin şiirinin doruk noktasıdır. Şair, varoluşu kavrayışında bir tekamül yaşamaktadır. Dua Saatlerinde Yaratıcı’ya yapılan Vecd hali(kendinden geçme) bir ibadet ve “varoluşun” masum bir kararsızlıkla olumlanması olarak başlayan, Malte Laurids Brigge’nin Notları’nda Rilke’ye, “sırat köprüsünün üzerindeki  bu yaşama katlanmak aslında olanaksız” dedirten duyarlılık, Duino Ağıtları’nda yaşamın kendi başına bir varlık olarak kutsanmasıyla olumlu bir nitelik kazanır. Rilke 1925’te “Duino Ağıtları’nda yaşamın ve ölümün pozitif bir ele alışla ikisinin sonuçta aynı şey olduğu ortaya çıkar” diye yazar. Bu şiirler, hür ve “kökü metafiziğe dayanan” bir bilincin ve  modern insanın durumunu yansıtan yeni bir ‘efsanevi anlatım’  olarak ele alınabilir. Rilke Hıristiyanlığın içkinlik ve aşkınlık ikiliğine karşı çıkar. Onun yerine yaşamı, ölümü, yeryüzünü, uzayı ve zamanın bütün boyutlarını kuşatan “kozmik iç mekân”a dayalı bir tekçiliği savunur. Rilke’nin efsanevi anlatım dili  imgelerle örülü bir kozmolojiye dayanır, burada bütün gerçeklik, ortaçağ efsanelerini andırır biçimde melekten hayvana kadar uzanan hiyerarşik bir düzenin parçasıdır. Sonunda bu kozmoloji, sistematik ve tutarlı bir yaşam ve varoluş öğretisine dönüşür. Buna göre insan, duyu algıları yoluyla görünen her şeyi görünmeyene çevirmekle yükümlüdür. Şair de, “Dokuzuncu Duino Ağıtı”nda ve daha çarpıcı biçimde Orpheus Sonelerinde olduğu gibi, insanlığın Tanrı’nın önündeki halifesidir. Rilke 1922’de son büyük yapıtlarını verdi. Bu şiirlerin bazılarında 1920’lerin şiir dilinden iyice uzaklaşmış ve yeni biçim denemeleriyle hem konu, hem de üslup açısından Duino Ağıtları’nı ve Orpheus Soneleri’ni aşmıştı.

Bu büyük dâhiyi ve eserlerini anlatmak iki yazıya sıkıştırılacak bir iş değil. Fakat bu büyük şaire vefa gereği, hedeflediğim şey Rainer Maria Rilke’yi siz okuyucularımızın dikkatine sunmaktır…