“Kendime yalnızlıktan daha iyi bir dost bulamadım.”

Matt Haig, “Gece Yarısı Kütüphanesi”
Matt Haig’in bu sözü beni yalnızlık üzerine düşünmeye davet etti. Sonucunda sizlerle
paylaşmak istediğim bu yazı ortaya çıktı.
İnsan yapısı gereği zayıf olduğundan vahşi tabiat karşısında hayatını sürdürebilmek için
evrimin daha ilk basamaklarında topluluklar halinde yaşamak zorundaydı. Bu zorunluluk
işbirliği ve dayanışmayı, bilgi paylaşımını da gerekli kılıyordu ve beynin gelişmesini
hızlandırıyordu. Gelişen beyin beslenme ve barınmada daha iyi koşullar sağlıyor,
sosyalleşmeyi geliştiriyor ve uyum yeteneğini güçlendirerek insanın hayatta kalma olasılığını
arttırıyordu.
İnsan yavrusu, anne ve çevresinin bakımı olmadan hayatta kalamayacak kadar zayıf olarak
dünyaya geliyor. Ona her türlü bakımı veren bir toplumun içine gözlerini açıyor, annenin ve
çevresinin bakımı ile yaşama tutunuyor, ömrünü burada sürdürüyor ve bu akışta karmaşık
birçok ilişki yaşadıktan sonra yolun sonuna geliyor.
Çevresinde sürekli bir benzeri bulunan, büyümesini, kişiliğinin oluşmasını, kendini tanımasını
ve tanımlamasını sağlayan insan, bu hengâmenin içinde yalnızlık nedir bilmeden bir ömür
geçiriyor.
Acaba gerçekten öyle mi?
Yalnızlık yalnız olma, kimsesizlik, kimsenin bulunmaması durumu olarak tanımlanır.
Bu tanıma bakacak olursak insanın büyük oranda yalnızlık bilmeden yaşadığını söyleyebiliriz.
Ancak bir adım daha atıp yalnızlığı fiziksel durumdan duygu dünyasına taşıdığımızda işin
renginin biraz değiştiğini görebiliriz. Zira kendini yalnız hissetme diye bir kavramla
karşılaşıyoruz bu duygu evreninde.
Geriye dönüp bir yokladığınızda, yapayalnız olduğunuzu duyumsadığınız ne kadar çok an
olduğunu şaşkınlıkla görürüz. Üstelik bu anların kalabalık ortamları da içerdiğini görünce
şaşkınlığımız biraz daha artar.
Aslında şaşılacak çok şey yok. İnsan kendi hayatına doğuyor, kendi ömrünü sürdürüyor ve
kendi ölümüne varıyor. Burada sadece kendisi var. Çevrede insanlardan oluşan bir kalabalık
bu gerçeği ortadan kaldırmamaktadır. Kısaca kişinin kendini yalnız hissetmesinin kaynağı
bizzat kendi yalnızlığıdır dersek abartmış olmayız sanırım.
Doğanın bir parçasıyken insan ( ki maalesef artık değil, çünkü büyük oranda doğayı etkileme
gücüne ulaştı ve doğayı kendi çıkarı için istediği gibi kullanabilme çabasında) yalnızlığı
günümüzdeki biçimiyle yaşamıyordu; çünkü bilmiyordu. Belki koşulların zorluğuyla fiziksel
olarak klanından ayrı düştüğü için “yalnız” kalabiliyordu bir süreliğine. Oysa bu gün fiziksel

olarak kalabalıkların içinde ruhen yapayalnız insanlarla dolu dünya üstelik çoğunun
yalnızlıklarının bile farkında olmadığı…
İşte tam da böyle durumlarda “özel” bazı insanlar –sanatçılar- ürettikleriyle çıkıveriyorlar
karşımıza. Bizim bu olan bitenlerden haberdar olmamızı sağlıyorlar; şiirleriyle, romanlarıyla,
filmleriyle…
Önce topraktan kopan insan, sanayi toplumunun yan ürünü olan hızlı ve kaotik kentleşme
sonucu ilişkilerinin karmaşıklığı arttığı oranda birbirinden de ayrışmaya başladı ne yazık ki...
Yalnızlık hissinin şiddeti, sanatçı duyarlılığı eşiğini aşıp sıradan insanlara da rahatlıkla ulaşır
düzeye geldi bunun sonucunda.
Asrın en önemli sağlık sorunlarından biri olduğu ileri sürülen depresyon bu mümbit
topraklarda boy atmakta; güvensizlik, huzursuzluk, karamsarlık ve umutsuzluk gibi olumsuz
duygular da bu fırsatı kaçırmamaktadır.
Yalnızlık duymayı engelleyen iyi insan ilişkilerinden, daha fazla güç ve tüketme kapasitesi
uğruna, gönüllü olarak vazgeçen insan, karşılığını her geçen gün daha da ağır bir şekilde
ödemektedir ve ödeyecektir.
Yalnızlık, yalnız yaşayan insanların artmasıyla fiziksel olarak yaygınlaşırken, sıcak ilişkilerin
kurulmasını zorlaştıran rekabetçi ortamda, iyi ilişkiler için yeterli çaba göstermeme
sonucunda yalnızlık duygusu olarak da insanları ele geçirmektedir.
Yazının giriş cümlesi şimdiye kadar söz ettiğimiz yalnızlıktan başka bir yalnızlık da
olabileceğini hissettiriyor bize; adına seçilmiş yalnızlık diyebileceğimiz…
Matt Haig, “Gece Yarısı Kütüphanesi” kitabında hissettiklerini yazmış.
“Yalnızlık, çoğu zaman bir boşluk ya da bir eksiklik gibi görülür. Bu durum, içe dönüp
kendimizi keşfetmemiz için bir fırsattır. Hayatın karmaşasında, sürekli bir yerlere yetişmeye
çalışırken ya da başkalarının beklentilerine yanıt vermek için çabalarken, kendi iç sesimizi
duymayı unuturuz. Oysa yalnızlık, bize bu sesi dinlememiz için gereken alanı sunar.”
Haig’in bu alıntısından devam edersek seçilmiş yalnızlığın en derin düşüncelerimize
erişebildiğimiz, hayallerimize odaklanabildiğimiz, sessizliğin içinde, kalabalıkların
unutturduğu hayallerimizi yeniden kurabildiğimiz anlar olduğunu ileri sürebiliriz.
İşte bu anlar, içsel huzurun filizlendiği anlardır. Çünkü yalnızlık, sadece sessizlik değildir;
aynı zamanda derin bir farkındalık halidir.
Yalnızlık yeri gelir sıkıntıdır…
Yeri gelir huzur, sakinlik ve kendini tanımanın bir yoludur.
Yaşadığımız yalnızlığa göre değişen…
Nedim İnce

16. 02. 2025 /Ayvalık