Ülkemizde olağanüstü günler yaşamaktayız. Başta İstanbul Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu olmak üzere hemen hepsi CHP belediye başkanı olan birçok belediye başkanı gözaltına alınıp çeşitli suç isnatlarıyla tutuklanmakta, halk sokaklarda, meydanlarda seçimlerde verdikleri oylarına sahip çıkma çabasını göstermektedir.

Bir yandan toplumsal gerilim, bir yandan düzelme emareleri gösteren ekonominin tekrar kötüleştiğini düşündüren göstergeler, bireysel ve toplumsal mutsuzluğu çığ gibi arttırmaktadır.

Yaşananlar televizyonlarda, radyolarda, sosyal medyada, gösterilmekte, yazılmakta, olanlarla anlaşılmaya, olacaklar tahmin edilmeye çalışılmaktadır.

Bu gergin ve mutsuz ortamdan etkilenmemek mümkün değil ve yeni bir yazı kaleme alma enerjisini de toplamak zor.

En iyisi sizinle bir öykümü paylaşayım bu hafta:

“Yine Yaz gelmişti işte;  içi içine sığmıyordu. Emekli olduğundan bu yana çok sevdiği bir sahil beldesindeki yazlığa göç vaktiydi.

Otobüs yazlığa yaklaştıkça heyecanı da artıyordu. Nasıl artmasın ki; geçen yaz ayrılırken tavlada ağır bir hezimete uğramış, bu yetmiyormuş gibi bütün Kış da telefonla bu ona sürekli hatırlatılmıştı. İntikam saati yaklaşıyordu…

Tabii ki sadece bu değildi. Yazlık arkadaşlarına kavuşacak, yürüyüşlerini yapacaklar, denize girip yazlığın tadını çıkaracaklardı. En keyifli tarafı da torunları gelecek ve uzunca bir süre onların cıvıltılarını dinleyecek, şen kahkahalarıyla kulaklarının pası silinecekti

Yazlık denize yakın sayılırdı; onun ağır aksak adımlarıyla on dakika…

Yazlığa gelince Kış uykusuna yatan bir alışkanlığı uyanır, onu her sabah evdeki herkes uyurken erkenden uyandırır ve denize taşırdı. Bu bütün yaz boyunca aksatmadığı neredeyse tek alışkanlığıdır.

Denize girer; girer de öyle uzun boylu yüzmez. Yüz kiloyu bir hayli geçmiş ve kendinden önce giden kocaman göbeğini zorlukla taşıyan hatta her adımda mızmızlanan bacaklarıyla kıyıdan denize içine doğru bir kaç metre kadar ilerler, su, göbeği hizasını biraz geçince boyun seviyesine kadar eğilir, bunu birkaç kez tekrarlar, biraz serinleyince sahile, kıyıya döner. Belediyenin sahildeki duşunda çimdikten sonra, yanında getirdiği açılır kapanır sandalyeye, kilometrelerce yüzmüş bir insanın yorgunluğunda oturur ve dinlenirken de sabah yürüyüşü yapanları seyreder.

Onun için günün en keyifli anları böylece su gibi akıp geçer.

Yine böyle bir sabahtı, denizine girdi, birkaç metre ilerledi, hafif eğilip kalkarak deniz suyunun ferahlatıcı özelliğini tüm bedeninde hissetti. O kadar güzel geldi ki…  Havalar beter sıcaktı… Gece doğru dürüst uymak ne mümkün… Öyle olunca da denizin serinliği bir başka keyif veriyordu ve deniz banyosu uzadı da uzadı…

Yorulduğunun farkına varınca kıyıya dönmeye karar verdi. Daha ilk adımda sendeledi. Panik boş durur mu hemen ele geçirdi beynini ve sardı bedenini.  Kendini toparlamak için telaşla attığı ikinci adım tabii ki daha dengesizdi ve o ağır beden boylu boyunca denizin içine yuvarlandı.

Bir anda her yer su oldu. Kalbi göğsünden çıkacak gibi çarpıyor, çırpınıyor ama panik içindeki telaşlı hareketleri doğrulmasına bir türlü olanak vermiyordu.

Başını suyun üstüne çıkaramadığı için sekiz on metre ötede sahilde yürüyüş yapan insanlara seslenemiyordu. Hoş o fırsatı bulsa sesinin çıkacağı da şüpheliydi. Sabahın bu erken saatinde denizde de kimse yok ki onun koca gövdesiyle çırpınışını görsün.

“Buraya kadarmış” diye düşündü; bir yandan kalkmaya, kurtulmaya yönelik çırpınırken… Ama yine de pes etmiyor, can havliyle ayaklarını delice zorluyor, tepiniyor ne yazık ki bedenini kaldırmaya ikna edemiyordu bir türlü. Hiç olmazsa başını suyun üstüne çıkarabilmek için bir umutla kollarını şuursuzca sağa sola sallıyor, kuma abanıyor, su bulanıyor ama baş su sütüne bir türlü çıkamıyordu.

Artık su yutmaya, ciğerleri patlayacak gibi olmaya ve şuuru hafiften bulanmaya başladı. O an ilk aklına karısı geldi ardından çocukları en çok da torunları… Artık onları göremeyecek, öpüp koklayamayacaktı. Denildiği gibi hayat gittikçe solan bir film şeridi gibi zihninden akıp geçiyordu. Yavaş yavaş umudunu yitiriyor, şuursuzca hareket ettirdiği elleri yavaşlıyor, bacaklarını kıpırdatamıyordu bile…

İşte tam bu anda eline bir şey değdi. Bu bir ipti. Umudu roket gibi arttıran bir ip; hayatının ipi. Var gücüyle bedenini o tarafa döndürdü, diğer eliyle de kavrayıp ve can havlinin yarattığı ek kuvveti kullanarak suyun içinde oturabildi. Artık başı suyun üzerindeydi ve su yutma yerine hava soluyordu.

“Nefes almak ne kadar harika bir şeymiş!”

İlk solukla birlikte aklından geçen ilk düşünceydi…

Biraz soluklandı. “Ne garip” dedi, sonra “Az önce her şey bitmişti; şimdi kaldığı yerden; plaj sınırının belirleyen dubaları sahile bağlayan bir ip sayesinde, yeniden başlıyor…”

İpten güç alarak ayağa kalkmak istedi; olmadı, olmadı, olmadı…

Bu kez kıyıya doğru gitmenin yollarını aramaya başladı. Ayaklarını deniz dibindeki kuma uzatıp daha sonra bükerek ve ipten de kollarıyla çekerek sahile doğru zorlu bir yolculuğa başladı. Yarım metre kala kıyıya; gücü tükendi, üstelik deniz tabanı sahile doğru dikleşiyordu ve bacakları o taraftaydı.

Bir taraftan dinlenir, panikten yavaş yavaş kurtulurken diğer yandan bir mücadele başladı zihninde…

Bir yanı; “yürüyenlere seslen, yardım iste” derken…

Diğer yanı; “ip elinde, biraz daha dinlen, kendin ayağa kalkarsın” diyordu.

Sabah yürüyüşünde olanlardan birinin dikkatini çekti. Yoldan kumsala inip yardım isteyip istemediğini sordu. Utandı ses çıkaramadı. Derken ikinci bir yürüyüşçü de işin içine girdi. O da aynı soruyu sorunca tüm cesaretin toplayarak; “ evet isterim, ayağa kalkmama yardım eder misiniz?” diye yanıt verdi; duyulur duyulmaz bir sesle.

Paçalarını sıvayıp denize girdiler, iki kolundan tutup ayağa kaldırdılar ve kıyıdaki sandalyesine oturttular.

İyi olduğundan emin olduktan sonra, onu orada bırakıp kendi hayatlarına döndüler.

İyice dinlendi ve ardından yavaş yavaş duşa gitti. Her zamankinden daha fazla kaldı suyun altında. Yaşadığı ölüm korkusunu suya veriyordu adeta;  yerine yaşam sevincini koyarak…

Hiçbir şey olmamış gibi eve döndü. Her kes kalkmış, kahvaltı hazırlanmıştı. Her zamankinden daha da neşeli bir şekilde sofraya oturdu. Karısına iltifatlar etti kahvaltı boyunca. Torunlarını sık sık yanına çağırdı, doyasıya öptü onları, kokularını içine çekti. Çocuklarını aradı kahvaltıdan sonra ve onları ne kadar çok sevdiğin söyledi…

Tabii ki olanlardan tek bir kelime bile söz etmedi hiç kimseye…

Ve o an kararını verdi yarın sabah yine denize girecek, o keyifli saatleri yaşamaya devam edecekti, çünkü hayat her şeyiyle ve her şeye rağmen güzeldi…”