Kamudan emekli olduktan sonra mesleğimi bir süre özel bir tıp merkezinde sürdürdüm. Covid-19 pandemisi birçoğumuzun gibi benim de hayatımı etkiledi, kronik akciğer rahatsızlığımın yarattığı risk nedeniyle aktif hekimliği bıraktım.

Hekimlik mesleğimin, mesleği yaparken zamanımı ve kafamı büyük ölçüde doldurduğunu biliyordum. Aktif çalışmayı bırakınca bildiğimden de fazla yer kapladığını gördüm.

Hayatımda boşalan yer nedeniyle ve üstelik de bu durum için hazırlık yaptığımı düşünmeme rağmen başlangıçta bocalamadım desem yalan olur.

Zamanla taşlar yerine oturmaya başladı. Sevdiklerime ve severek yapacağım şeylere daha fazla zaman ayırabilmek bana iyi gelmeye başladı.

Diğer yandan hekimlik mesleğinin, doğası gereği, başkalarının hayatının sorumluluğunu üstlenmekten kaynaklanan sürekli bir gerginliği mevcuttu. Aktif hekimliği bırakınca bunun da tahmin ettiğimden de fazla olduğunu anlamaya başladım.

Bu gerginliğin hayata bakışımda, çevremle ilişkilerimde adeta bir filtre etkisi yarattığını, daha çok olumlu şeyleri filtre ettiğinin farkına vardım.

Hayatıma daha doğrudan bakabiliyor, muhasebesini daha doğrudan yapabiliyor, çevremle daha direkt ilişki kurabiliyorum artık.

Kendi içime dönmeye, iç dünyamı, yaşamda geldiğim yeri değerlendirmeye daha istekli olmaya başladım.

İnsanın kendini tam olarak tanımasının hiçbir zaman mümkün olmayacağını biliyorum. Böyle bir çabam da yok. Yine de kendimi daha yakından tanıma gayretlerimin kendimi kabulü kolaylaştırdığını söyleyebilirim.

Son aylarda bir oyun oynamaya başladım düş dünyamda.

Hepimizde oluyordur; şu zamanda şunu yapsaydım hayatım daha güzel olurdu, şu zamanda şu farkındalığım olsaydı ne iyi olurdu, şu zamanda seçimimi şu şekilde yapsaydım yaşamım daha istediğim gibi olurdu, ve benzeri gibi…

Ben de hayatımı ortaokuldan itibaren yaptığım yeni tercihler, aldığım yeni kararlarla yeniden kurguluyor, nedense bunu 35-40 yaşlarına kadar getirip, orada bırakıyordum.

Sonra bu başlangıçları liseden ve tıp fakültesinden, yeni mezuniyetten sonra yapmaya başladım. Bu şekilde yaşadığım bir çok hayali hayatım oldu.

Oyun hoşuma gitmişti.

Oyun hoşuma gitse de farklılıklar gösteren hayali hayatlarımın hiç biri, keşke o zaman o kararı verseydim de bu hayatı yaşasaydım duygusunu uyandırmadı bende.

Galiba yaşadığım hayatla ilgili zaman zaman dertlendiğim şeyler olsa da bu hayatın bir gerekliliğiydi.

Ve ben iyi bir hayat yaşamıştım ve yaşamaktaydım.

Bu sonuçlardan sonra hayali hayat oyunlarım yavaş yavaş sönümledi.

Yürüyüş sırasında kitap dinlemek istedim. Site bana Matt Haig’in yazdığı ‘Gece Yarısı Kütüphanesi’ romanını önerdi. Kısa bir süre önce bir yazışma grubunda ondan söz edilmişti. İkisi çakışınca kararımı dinleme yönünde verdim.

İlginç bir rastlantıydı ve zamanımı neredeyse sekiz saat kesintisiz kitaba ayırdım.

İlginçliği benim hayali hayat oyunumu Matt Haig’de oynamış, ancak oynamakla yetinmemiş ve ortaya akıcı, keyifli ve insanın hayatına bakmasını kolaylaştıran, yaşadığı hayatı kabulüne davet eden bir roman çıkarmış ortaya.

Romanda benim oyunumla ilgili bir ilginçlik daha vardı. Ben oyunlarıma daha erken başlayıp oyunu otuz beşli yaşlarda bitirirken,  Matt Haig roman kahramanına oyunu 35 yaşında başlatıyordu.

Artık ne denirse; ortak kültür, kolektif bilinçdışı, Matt Haig’le benzer şeyleri düşünmüşüz, onun farkı bunu düşünceden eyleme geçirip bize keyifli bir roman olarak sunması olmuş.

Galiba hayat böyle bir şey…