1937’ de dönemin ünlü şair ve yazarlarından Hüseyin Rıfat çıktığı Anadolu seyahatinde Mersin’ i de ziyaret eder…

Rıfat, Mardin’ den Mersin’ e uzanan o yolculuk izlenimlerini 17 Ağustos 1937 günü dönemin çok okunan, etkili gazetesi Haber’ de (Akşam Postası) kaleme alır.

“Mersinde bir Anka kuşu!

Belediye! Yüz yaşına bile girmeyen Mersin bu muydu? Bu bakımsızlığa şaştım! Başlıklı gezi notlarını dönemin Mersin’ ini yansıtması bakımından ilginç geleceği düşüncesiyle olduğu gibi aşağıda paylaşıyorum…

**

“Mersinde bir Anka kuşu!

Bütün ağızlarda çöl çöl diye tekrarlanan Mardin önündeki geniş ve birçok mahsul yetiştiren olayı görmek için otomobil ile yaptığım bir seyranda güneş bana  dokunmuş olmalı ki dinlenmek ve kendimi toparlamak için Mersin'e indim..

Malatya yüksekliklerinden Fevzipaşa yamaçlarından inip de biraz ilerleyince önüme Adana'nın meşhur ovası çıktı;

Mardin çölünde gördüğüm gibi burası da karış karış ekilmiş gene sağlı sollu her tarlada öbek öbek köylüler çalışıp didiniyor..

Adana'dan sonra Yenice istasyonundan ayrılan tren mütemadiyen 'beyaz altın' pamuk tarlaları içinde adeta yüzüyor gibi bir şey..

Tarsus'tan ayrıldıktan sonra işte uzaklarda mavi Deniz görülmeye başladı bilmem biz sahil çocukları denize neden bu kadar düşkünüz?

Mavilikleri görür görmez kendimde hemen bir dirlik hissetmeye başladım.

Uzaktan mavi kordela gibi görünen ve Türk'ün alnı kadar tertemiz olan Akdeniz genişledi, evvela bana çalışma hissini veren istasyon yolunun toprağı tozu içinden arabam beni Ziya paşa otelinin arkasındaki serin gazinoya bırakınca, saatler ve saatlerce dalgaların sahile vura vura okudukları ninnileri dinleyerek uzun bir rehavete dalmışım...

Ooh!. Bir buçuk aylık durup dinlenmeden hareketten sonra bu sükun.. Anlıyorum anlıyorum; çoktandır da anladım, herhalde ölüm de, hayat denilen didinmenin, yorulmanın dinlenmesi...

Küçük çantamı termosu mu yukarı otele götüren garsonun getirdiği vesikayı doldurduktan sonra yanıma gelen resmi bir memura gazeteci olduğumu ispat edinceye kadar epey müşkülat çektim. Böyle bir vesikaya sahip değildim hatta lüzumunu düşünmemiştim bile.

Bereket versin şimendifer pasoma; elimde ondan başka hüviyetimi gösteren bir şey yok. Şehri dolaşsam herhalde belki de dostlara rastlayacaktım, rastlayacaktım ama şu dakikada ne yapabilirdim?

Mersin'e geldiğim trenle ve Adana yoluyla bir gün evvelki İstanbul gazeteleri de gelmiş, satıcılar birbiri arkası sıra gazetelerin isimlerini sayıyorlar.

İşte Bir Sabah gazetesinde Mersin muhabirinden alınan bir mektup, mektubun başında da güzel bir resim.. Onu yazan yoldaşımın iyi gören yazdığı yazılardan sevindim. Akdeniz'in pırlantası Mersin yorgunluğumu dindirecek her vasıtaya malik demek.

Sağlı sollu, denize uzanmış iki uzun iskele..

İskele üzerinde 8-10 kadar otomatik vinç, bir ikisi çalışıyor ötekiler galiba iş günlerini bekliyorlar..

Yarım banyo denebilecek kadar odamda yıkandıktan sonra, şehrin sokaklarına dolaşmaya çıktığım zaman gördüğüm şey ve manzaraların, o gazeteci arkadaşın yağlandıra ballandıra yazdığı yazılarla taban tabana zıt olduğunu görünce ne yalan söyleyeyim şaştım kaldım.

Daha 100 yaşına bile girmeyen genç Mersin bu muydu?

Yoksa o gazeteci arkadaş mektubunu İstanbul'da masasının başında mı yazmış olacak? Zaten Deniz boyunca uzayan fakat eni bir çeyrek saat bile sürmeyen şehrin arka sokaklarına düştüğüm zaman kağnıların ovalarda geçtiği tarla yollarından birine saptım zannettim.

Diz boyu toz! Yolu uzunlamasına değil karşıdan karşıya geçmek bile kabil değil; acaba buraların kış hali ne ola ki?

Geriye dönerek ve gazetedeki resimde gördüğüm belediye bahçesinin olduğu yeri öğrenerek caddeyi tuttum:

Bahçenin kapısındaki kırmızı parmaklıklar ile resmi hemen hatırlayarak içeri girdim. Evet; temiz, güzel, modern, göreni hemen sevindiren bir yer; fakat gazinoya 150-200 adım kala karşıma çıkan bir köpeğin bende uyandırdığı tiksintiyi bir türlü yatıştıramıyordum, kıpkızıl sade deri her tarafı cerahat kan içinde uyuz!

"Herhalde burada belediye yok" diye diye köpeğin yürüdüğü yerin karşı tarafına iğrenerek geçtiğimi gören bir zat;

-Bu köpek haftalardır ki bu taraflarda dolaşıyor gören aldıran yok! diyordu.

Anladım ki Mersin'de de bilhassa belediye işleri ile ve aynı zamanda İstanbul, İzmir, Samsun limanlarına Büyük bir rakip olduğu için Mersin ticaretiyle daha ziyade meşgul olacağım.

Çünkü elimdeki iktisadi bir harita Mersin’i bana 16 vilayet mahsulünün mahreci olarak gösteriyor, çatanalar, römorkörler beşik gibi sallanan yüze yakın mavnalar, iskeleler üzerindeki vinçler, hep onu teyit ediyorlar. Mersin'in şöhretiyle şehrin hali arasında bu ne büyük tezat...

Gazinoda gazetelerimi bir kere daha gözden geçirirken -bu kadar çok gazete okuyan bir adamın herhalde gene bir gazeteci olacağına hükmetmiş olmalı ki- yanıma bir zat sokuldu ve elinde tuttuğu o Sabah gazetesini uzatarak dedi ki;

-Herhalde gazetecisiniz zannederim şu satırları yazan zat aldanmış olacak müsaade ederseniz ve ne vakit müsaadeniz olursa ben size şehri gezdireyim ve buranın yerlisi ve malumat sahibi olmak itibarıyla sizi tenvir edeyim bilmem rahatsız eder miyim?..

Göklerde aradığını yerde buluveren bir kimse haliyle ve memnuniyeti ile teşekkür ettim o kadar anlattı o kadar yandı yakıldı ki söylediklerini biraz uzamış olan buraya ilave etsem kim bilir ne kadar daha uzayacaktı.

Benim gördüklerimi bu zat ta tasdik ediyorsa da bir kere daha başkalarından dinlemeyi tercih doğru ve iyi olurdu.

Belediye bahçesinin bende bıraktığı iz, o arkadaş gibi belediyenin faaliyeti yerine Mersin'e ahalisinin ne kadar terbiyeli, çalışmaya düşkün, alayişe, gösterişe yabancı olduklarını gösterdiği cihetle burada kısaca bundan bahsetmeden geçemeyeceğim.

Bahçeyi belediye yapmamıştır; orasını Kumluk denecek haliyle bir müstecir kiralamış ve görülen her şeyi kiraya mahsuben kiracı yapmıştır hem de temiz bir zevk, yüksek kabiliyet ile.

Geceleri geç vakitlere kadar mağazalarında yazıhanelerinde çalışan iş adamları kravatsız ceketsiz hemen hep burada toplanıyor. Dansları milli şarkıları o kadar sessizlik içinde dinliyorlar, alkışlıyorlar ki hayret edilir.

Aktörleri dansözleri çok alkışlıyorlar fakat hoşumuza gitti diye de tekrar tekrar sahneye çıkartmak suretiyle yormuyorlar.

Tertemiz şık bir sahne: her taraf hatta sandalyeler masalar bile gülüyor. Yüzlerce kuvvetli ampul altında çoluklu çocuklu aileler.. Saat 11 olunca gazinonun bir an içinde boşaldığını görürsünüz, o kadar sessiz, o kadar sessizce ki; arkama dönüp baktığım zaman beş, on masanın etrafında üçer beşer kişiden başka kimsecikler kalmamış.

Beni yalnız bırakmak istemeyen zata sordum:

-Hepsi bu kadar mı?

O cevap verdi:

-Azizim burası ticaret memleketi vakıa daha işler başlamadı ama işleri hazırlık çoktan başladı gördüğünüz kimselerin çoğu iş sahiplerinden ve ailelerinden ibaret erken yatmak erken kalkmak erken işe başlamak lazım..

Belli ki buranın tüccarlık hayatı araştırmaya çok değer...”

*Soyadı kanunuyla "Topuz" soyadını alan, daha sonra bu soyadını başkaları da kullandığı için "Işıl" soyadını kullanmaya başlayan Hüseyin Rıfat, Eserlerinde "Rıfat" imzasını ve "Mazlum" mahlasını da kullandı. 1878 yılında İzmir'de doğdu. İzmir Rüşdi ve İdadi mekteplerinde okudu. Ticaret hayatına atıldıysa da başarılı olamadı. Hizmet gazetesinde çalışmaya başladı, bir süre bu gazetede çalıştıktan sonra İstanbul'a gitti ve Eczacılık Fakültesine girdi. Diploma alacağı 1902’de öğrenimini yarıda bırakarak Yunanistan'a kaçtı.

Rumca bilen Hüseyin Rıfat burada iki yıl kaldı. İstanbul'a dönüşünde tutuklandı, ailesinin araya girmesiyle serbest bırakıldı ve diploması verildi. İzmir'e giderek "Şifa" eczanesini açtı, bu işe de alışamadığından kısa sürede eczanesini kapattı. Meşrutiyet'in ilanından önce İzmir taburlarına katılarak Manastır'a gitti, ardından İzmir'e döndü. 1908'den sonra pek çok gazetede çalıştı. Seyr-i Sefain Meclisi azalığı yaptı, bu meclis kaldırılınca Maarif Matbaası'nda memur oldu. Rıfat 24 Şubat 1954 tarihinde ölmüştür.

İlk kitabı Ömer Hayyam’ dan seçtiği rubailerin yer aldığı Rubaiyyat-ı Hayyam ve Manzum Tercümeleri, İkinci kitabı çoğu hece ve birkaçı aruz ölçüsüyle kaleme alınmış şiirlerden oluşan ‘Kırık Kavaldan Sesler’ dir.. 1937'de Mevlâna Rubailerinden Manzum Tercümeler isimli bir kitap daha yayımlamıştır. Dırıltılar, Zırıltılar adlı kitabında ise hiciv şiirlerini bir araya getirmiştir…

Çok sayıda şiiri ünlü besteciler tarafından bestelenip ölümsüz hale gelmiştir;

Lemi Atlı (Bir Handene Meftun Olan Aşıkları Kandır)

Şerif İçli (Düş Ben Gibi Aşka Sadakat Ne İmiş Gör),

İsak Varon (Bir Gün Geleceksin Diye Sevdamı Avuttum),

Necdet Tokatlıoğlu (Gördüm O Yeşil Gözleri Bir Lahzada Yandım)

- Kazım Nami Erdölen (Sen Nazla Gezerken Güzelim Güller İçinde)