(Geçen haftadan devam) Ünlü Prusyalı (Alman) Tuğgeneral Carl von Clausevitz ise, bugün artık klasikleşmiş olan “Savaş Üzerine” adlı eserinde savaşı; “siyasetin başka araçlarla (şiddet araçlarıyla) devamıdır." Şeklinde tanımlamaktadır. Bu tanım ve yaklaşımlara bakılarak Savaş kavramının belirleyici unsurlarını şu şekilde sıralamamız mümkündür: 1) Savaş kuvvet kullanma hâlidir. 2) Savaş düşmanca bir tutum ve eylem içerir. 3) Savaş hukuki bir durum yaratır. 4) Savaşın faili devlettir. Sonuçta, bu temel unsurlar göz önünde bulundurularak yapılacak olan genel bir tanımlamayla savaşı: “Devletler veya devlet grupları tarafından, millî güç unsurlarının tamamının veya bir kısmının kullanılması suretiyle icra edilen ve taraflarca savaş niteliği olarak kabul edilen, kuvvet kullanılmasını içeren, düşmanca niyet ve eylemlerdir.” Şeklinde tanımlamamız mümkündür. Uluslararası hukuk açısından ele alındığında ise savaş, bilimsel yazındaki tanımlarından farklı bir anlam taşır. Buna göre savaş, karşılıklı cephelerde sıralanan askerlerin kendi aralarında topla, tüfekle yaptıkları sıcak çatışmalar değildir. Uluslararası hukuka göre savaş, aralarında çeşitli anlaşmazlıkları bulanan iki devlet arasında bir barış antlaşması yapılmamış olması halidir. Yani birbiriyle çeşitli konularda çekişmeli olan iki devlet arasında yapılmış olan bir barış antlaşması yoksa, bu iki devlet arasında savaş halinin var olduğu kabul edilir. Cephelerdeki vuruşmalar, bu savaşın sıcak çatışmalara dönüşmüş halidir. Mevcut durumda; çevremizdeki bölgesel nitelikli savaşlarda çarpışan taraflar arasında çeşitli çekişmeli konular mevcuttur ve aralarında yapılmış olan bir barış antlaşması da yoktur. O halde Uluslararası hukuka göre, mevcut durum tam bir savaş halidir. Bu savaş hali aralarında bir barış antlaşması yapılıncaya kadar devam edecektir. Putin’in mi? Yoksa, Zelenski’ mi? Veya İsrail mi? Yoksa Filistin mi haklı? Şeklinde sorulan soruların cevaplarına gelince; günümüzün savaşları, ülkelerin bağımsızlığına, egemenlik haklarına, toprak bütünlüğüne ve halklarına saygı duymamaktan kaynaklanmaktadır. Bu açıdan bakıldığında savaşları haklı kılabilmek için akılcı, gerçekçi ve geçerli gerekçeler bulabilmek imkânsız denilebilecek kadar zordur. Çevremizde sürmekte olan mevcut bölgesel savaşlara gelince; bu savaşlarda yüzde yüz haklı ve yüzde yüz haksız taraf yoktur. Haklılığın veya haksızlığın oranları vardır. Uluslararası hukukta her ne kadar savaştaki taraflara ilişkin “hak” kavramına yer verilmişse de bu “hak” kâğıt üzerinde kalmaktadır. Çünkü, uluslararası ilişkilerde “hak” her zaman güçlünündür. Savaşın ne zaman ve nasıl biteceği veya nasıl bir evrim geçireceği konularındaki tartışmalar ise, en başta 1800’lü yıllarda Alman birliğini kan ve demir politikasına göre kuracağını söyleyen Ünlü Alman Şansölyesi, Demir Başbakan lakaplı Otto von Bismarck’ı anımsatmaktadır. Bismarck’ın savaş kuram ve yaklaşımlarına göre, “bir savaş ne kadar iyi planlanırsa planlansın, bir kere başladıktan sonra, o savaşın kendi iç dinamiklerine göre nasıl gelişeceğini, kimleri içerisine alarak nasıl büyüyeceğini ve nasıl bir boyut kazanarak nerede ve nasıl biteceğini hiç kimse hesap edemez.” Savaş konusunda yaşanan tarihsel gerçekler ne yazık ki Bismarck’ı hep haklı çıkarmıştır. Günümüzün halen yaşanmakta olan bölgesel savaşları da aynı karakteristik özellikleri taşımaktadır. Normal ve sağlıklı hiçbir insan savaş yanlısı olamaz. Bu nedenle savaş karşıtı ve barış yanlısı olan hemen hemen herkesin dileği, savaşların mümkün olan en kısa sürede bitmesidir. Savaşı kim mi kazanır dersiniz? Kanımca bu tip savaşların kazananı olmaz. Bu savaşlardan silah üreticileri dışında herkes bir biçimde zarar görmektedir. Dünyanın çeşitli yerlerinde yaşanan bu bölgesel nitelikli savaşlar nedeniyle dünyada yeni bir güçler dengesi ve çeşitli kutuplaşmalar oluşmaya başlamıştır. Günümüzde başını ABD’nin çektiği Batılı devletler ve NATO ülkeleri ile Rusya, Venezuela, Küba, İran, Çin, K. Kore ve Vietnam gibi ülkeler arasında ciddi bir kutuplaşma, kamplaşma ve gerilim meydana gelmiştir. Rusya’ya uygulanan yaptırımlar nedeniyle bu ülkeler ile ABD, Batılı devletler ve NATO ülkeleri arasındaki her türlü iletişim nerdeyse kopma noktasına gelmiştir. Kamplaşan bu ülkeler arasına II. Dünya savaşından sonra olduğu gibi adeta gözle görülmeyen demirden bir perde çekilmektedir. Sonsuza kadar süren savaş yoktur. Yaşanan bu bölgesel savaşlar da bir şekilde, bir gün mutlaka bitecektir. Ancak yaşanan kutuplaşmalar nedeniyle, dünyanın tıpkı 1950’li, 1960’lı yıllarda olduğu gibi, iki kutuplu bir soğuk savaş dönemine girmesi olasılığı çok yüksektir. Bu durumda savaşların son bulması için hepimize düşen görev öncelikle ateşkes ve ardından da kalıcı bir barış için çalışmaktır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti de Kurucu Önderi Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün belirlediği “Yurtta sulh, cihanda sulh” hedefleri doğrultusunda devleti ve halkıyla birlikte tüm olanaklarını kullanarak barış için çalışmalı, Cumhuriyetin ilk yıllarındaki gibi “bölge ağırlıklı dış politikaya” önem vermeli ve ülkemizi bölgemizdeki bir barış adası ve barışın simgesi haline getirmelidir. Son olarak 3. Dünya savaşı çıkar mı, çıkmaz mı? Sorusuna cevap verecek olursak; cephelerde tanklarla, toplarla ve tüfeklerle yapılan bir 3. Dünya Savaşının çıkması olasılığı neredeyse yok denecek kadar azdır. Çünkü, 3. Dünya Savaşı zaten ekonomik alanda tüm vahşeti ve şiddetiyle devam etmektedir.