İlkçilik bir milliyetçilik kuramı olmaktan daha öte bir bakış açısı olarak adlandırılabilir. Terim anlam olarak “başlangıçtan beri var olan” olarak tanımlanmaktadır. İlkçi yaklaşım, ulusları eski çağlardan beri ve doğal olarak var olan yapılar olarak ele almaktadır. Bu yaklaşımın öncülerinden olan Clifford Geertz, bireyler arasında ilksel (primordial) bağlar olduğunu ve bu bağların zaman ve etkileşim ile yapılandırılmış değil, o toplumun içinde doğmak itibarıyla önceden verilmiş, doğal ve kan bağı, dil, inanç, tutum, gelenekler gibi doğal uyuşma noktalarıyla varlığını sürdüren bir niteliğe sahip olduğunu savunmuştur. Geertz’a göre, ilksel bağların gücü ve biçimi insandan insana, toplumdan topluma ve dönemden döneme değişiklikler gösterirler. Ancak, her insanın ve topluluğun içinde doğal hissiyattan çıkarımlanmış birtakım bağlar bulunur ve bu bağlar insan karakterinin rasyonel olmayan ve duygusallıktan beslenen alt yapısını oluşturur. Bir başka deyişle Geertz; etnik, dinî ve kabilesel türden kimliklere ilksel kimlikler adını vermektedir. Ona göre ilksel kimlikler doğumla kazanılmış ve doğal, sosyal etkileşim yoluyla açıklanamayan ama içinde yaşanan grup bazında zorlayıcı, ve esasen duygusal niteliklere sahiptir. İlksel bağların tarihsel bir süreklilik niteliği taşıdığını ve modern toplumlarda da varlığını devam ettirdiğini öne süren Geertz’a göre, modern toplumun sunduğu maddi ilerleme, toplumsal reformlar ve yurttaşlık gibi avantajlara ulaşma çabası içinde olan gruplar arasında kan bağı, ırk, dil, din, bölge, örf ve âdetler gibi çeşitli ilksel bağlardan beslenen bir çatışma söz konusudur. Bu çatışmanın doğurduğu gerilim hafifletilebilir olsa da asla tamamen giderilemeyecek ve bireyler üzerinde olan etkisini korumaya devam edecektir. Dolayısıyla, ister modern toplumlarda isterse modern öncesi toplumlarda olsun, grup aidiyetini ve gruplar arası ilişkileri etkileyen temel faktör her zaman ilksel bağlar olmaktadır.

    Geertz’ın bu önermelerinden yola çıkan ilkselci yaklaşım, ulus ve etnik grup kavramlarını bir nevi eş anlamlı olarak kullanmaktadır. Antropolog I.M. Lewis’e göre ulus, yapısal bileşimi ve işlevselliği açısından etnik gruplar ve kabilelerle farklılık göstermez. Ulusun tek farkı, daha büyük bir alana yayılmış ve daha büyük bir nüfusa sahip olmasıdır. Dolayısıyla kabileler ve etnik gruplar, ulusun daha küçük boyuttaki parçalarıdır ve bu üç kavram arasında bir ayrım yapılması gereksizdir.

    İlkselci yaklaşımın bir başka temsilcisi olan Walker Connor’a göre ulus, ortak bir atadan geldiğine inanan insanlar topluluğudur. Ona göre etnik bağlar, ulusal bağlardan daha kuvvetli ve bağlayıcıdır. Conner; ulusu, modern toplumlara özgü bir inşanın aksine, eski çağlardan beri sürekliliğini koruyan etnik grupların devamı niteliğinde bir yapı olarak ele almaktadır. Ulusun insan inşası bir yapı olduğunu iddia edenlerin aksine, ulus-devlet dâhilinde oluşmuş bir ulus kavramı yoktur. Bu doğrultuda ulus-devletlerin tek bir ulus kavramını karşılamakta yetersiz olduğunu, dolayısıyla ulusların henüz oluşmadığını öne süren Connor’a göre bu durumun en iyi göstergesi, gelişmiş Batı ülkelerinde de etnik çatışmaların ve gerilimlerin hâlen devam etmesidir. Ona göre bu durum, etnik sadakatin ulus-devlete olan sadakatin önüne geçtiğini göstermekte, dolayısıyla gelişmiş ülkelerle etnik çatışmaların hâkim olduğu azgelişmiş ülkeler arasında hiçbir fark olmadığını ileri sürmektedir. Dolayısıyla, modernci yaklaşımın iddia ettiğinin aksine, modern toplumda oluşmuş bir ulus yoktur; sadece niteliğini ve birliğini ilksel bağların belirlediği etnik gruplar tarih boyunca sürekli yapılar olarak var olmaktadır