Herhangi bir konuda tercih yaparken mümkün olanın en iyisini seçmeye çalışırız. Bizi en iyi doktor tedavi etsin, çocuğumuzun öğretmeni alanında en iyisi olsun, aldığımız hizmet en güzel şekilde olsun isteriz. Peki siyasileri seçerken neden bu derece duyarsız davranıyoruz? Ameliyat olacak bir hastanın, işini düzgün yapamayan bir doktoru istediğini görmeyiz. 'Genelde yanlış tedavi uyguluyor ama olsun yine de iyi çalışıyor.' diyen birini duydunuz mu hiç? Duymazsınız, çünkü sağlığımız bizim için oldukça önemlidir. Bu yüzden mümkün olan en iyi doktoru tercih ederiz. Aynı şekilde çocuğunu göndereceği okulu seçerken de kırk takla atar insanlar. 'Bazı derslere gelmiyor ama çok iyi öğretmendir.' diyeni duymadığınıza da eminim. Konu ne olursa olsun mümkün olanın en iyisini talep ederiz çünkü. Peki söz konusu siyasiler olunca neden bu kadar taviz veriyoruz? "Çalıyor ama çalışıyor.", "Devletin malı deniz, yemeyen domuz." gibi söylemler artık normalimiz olmuş. Yine de aynı kişileri seçip duruyoruz, bizi yönetsinler diye. Ülkeyi yönetmek bu kadar basit ya da önemsiz bir konu mudur? X kişisini destekleyenler Y gelirse daha kötü olacağına, Y'yi destekleyenler de X gelince daha kötü olacağına inandıklarını için bu seçimleri yaptıklarını söylerler. Fakat sonuçta olan nedir? Hırsızlığın, yolsuzluğun meşrulaşması ve sonrasında ortaya çıkan sömürü düzeni.

Tarih boyunca devletler birçok farklı yönetim şekliyle idare edildi. Cumhuriyet, monarşi, oligarşi, komünizm gibi farklı farklı yöntemler denendi. Tarihin bellli dönemlerinde, bazı düzgün liderler ve yöneticiler sayesinde düzgün yönetimler gördük. Fakat bu kişilerin getirdiği 'dönemsel' refah sonrasında, tüm sistemler için bozulma ve yozlaşma kaçınılmaz oldu. Misal Antik Mısır'ın en şatafatlı döneminde oldukça başarılı bir yönetim örneği görebiliriz. Ülkede para yasaktı ve her şey devlet eliyle sağlanıyordu. Roma İmparatorluğu'nun da yönetim anlamında oldukça başarılı dönemleri olmuştur. Keza Osmanlı'nın da. Fakat yöneticilerin kalitesi düştükçe, hepsi çöküşe geçmiştir. Hindistan'da kast sistemi denilince, günümüz haliyle çok çarpık ve adil olmayan bir yapı hayal ederiz. Fakat tarihini araştırınca, orjinalinde güzel bir yönetim şeklidir. En üst seviyedeki Brahmanlar bilgeliklerine göre belirlenir ve yanlış uygulamalar söz konusu olduğunda alt tabakaya düşerlerdi. Keza kendini geliştirebilen insanlar üst tabakalara yükselebilirdi. Şimdiki gibi 'hangi tabakada doğduysan orada kalacaksın' gibi bir durum söz konusu değildi. Kast sistemi de sonradan yozlaşarak, babadan oğula geçiş şekliyle çok katı ve acımasız bir hal aldı. Bana göre en ideal yönetim şekli olan aristokrasi bile tarih boyunca uygulanamamıştır. Günümüzde bile aristokrasi denilince 'seçkinlerin yönetimi' olarak anlaşılır. Fakat aristokrasi böyle bir şey değildir. En basit tabiriyle aristokrasi için 'filozoflar yönetimi' diyebiliriz. Antik Yunan'da birçok filozof tarafından savunulan bu yönetim şekli, ne yazık ki hiçbir zaman uygulanamamıştır. Ülkeyi yöneten kişilerin en bilge kişiler olması gerektiği, herkes tarafından mantıklı kabul edilse bile; tarih boyunca böyle bir yönetim gözlenmemiştir. Özetle sistemler ve yönetimler ne kadar iyi de olsa, toplum geri kaldıkça çökmeye mahkumdur.

Günümüz demokrasilerine gelecek olursak; en kötü yönetimlerde bile eleştiri yapabilme, seçme ve seçilme gibi haklarımız mevcut. Fakat seçimlerimizi "kötünün iyisi" ya da "diğerleri de gelse aynı ya da daha kötü olacak" şeklinde yaptığımız için, iktidarların yozlaşmasının önünü açmış oluyoruz. Misal ülkemizde siyasilerin hırsızlığı, herkes tarafından kabul edilmiş ve adeta onlara verilmiş bir haktır. Hakkımızı gasp etmelerine kendi ellerimizle izin veriyoruz! Peki neden? Çünkü mevcut olanın yerine gelecek olan da aynı şeyi yapacak. 'Ona da izin vermeyelim, onu da tercih etmeyelim' demiyoruz. İşte tam burada, görünmez bir kıskacın içinde sıkışıp kalmış vaziyetteyiz. Hal böyleyken de gücü eline alanlar kendi çıkarları doğrultusunda hareket ediyor, verdiğimiz güç doğrultusunda da azıtıyorlar. Sonuç olarak; bu tip yönetimler ne kadar güçlenirse, kendilerine yakın olan bir grup destekçi ve yalaka dışındaki herkes ezilmeye mahkumdur. Ezilen halkın sesi ise her geçen gün daha da kısılıyor ve siyasilerin tüm pislikleri kabul görmeye ve normalleşmeye başlıyor. Hatta ne yazık ki bir süre sonra bu duruma engel olmaya çalışan ve karşı çıkan kişilere daha çok tepki gösteriliyor.

Ülkemizin mevcut haline bakacak olursak, böyle bir bataklığın içinde çırpındığını söyleyebiliriz. Hırsızlık, yolsuzluk, yoksulluk, adaletsizlik, şiddet, taciz, tecavüz, terör, ihmaller, ölümler... Aklınıza gelebilecek tüm bu olumsuzluklar artık sıradanlaştı. Hemen hemen her gün bu başlıklar altında olaylar, haberler görüyor ve ne yazık ki çoğumuz hiçbirine tepki göstermiyoruz. Bu durumlara neden olan, önünü açan ya da engel olmayan/olamayanlar yerine, bu kişilere yapılan eleştiriler daha çok tepki alıyor. Halkın çoğunluğu ne yazık ki saplanmış olduğu bataklığa duyarsızlaşmışken; asıl suçlulara değil de bu durumdan kurtulmak ve başkalarını da kurtarmak isteyenlere düşman oluyor. Bu durum için, bir çeşit 'Stockholm Sendromu' diyebiliriz belki. Yine de hafif bir tabir olacaktır. Daha çok, tüm topluma yayılmış bir psikoz ve histeri hali desek yeridir. Jean Teulé'nin 'Dansa Davet' adlı kitabında da anlatılan, tarihsel bir olayı örnek vermek isterim tam da burada. 1518 yılında görülen, dünyanın en ilginç toplumsal histeri vakalarından birinin hikâyesi anlatılıyor kitapta. Strasbourg'da açlık, sefalet ve insanları cinayete sürükleyen bir yokluğun hüküm sürdüğü zamanlarda, aklını yitiren bir kadın, aniden sokaklarda dans etmeye başlar. Kısa bir süre içinde ona katılanların sayısı gitgide artar ve "dans vebası" denilen histeri tüm şehri esir alır. Binlerce insan yaşadıkları ağır travmalar sonucunda, bilincini yitirip ölene dek dans etmeye başlar.

Her ne kadar dans ediyor olmasak da mevcut halimizi bu örneğe benzetiyorum. Çünkü başımıza gelmeyen kalmadı ama ona rağmen "diğerleri gelse daha mı iyi?", "başkası gelse daha kötü olacak", "hepsi birbirinin aynı", "bunlar kötünün iyisi" gibi genel söylemlerin içinde sıkışıp kaldık. Her seferinde aynı şeyleri söyleyip duruyor ve aynı tercihleri yapıyoruz. Ölene kadar dans etmekten farkı yok bence bu durumun. Neden tercih etmemeyi bir seçenek olarak görmüyoruz? Söylediklerim apolitiklik olarak algılanmasın. Kötü ya da daha kötü arasında bir seçim ile ilerleme şansımız olmadığından bahsediyorum. Eğer önümüze çıkan seçenek kötü ise yapılacak şey oldukça basit aslında. Tercih etmemek! Diğer seçenek daha mı kötü? O zaman yapılacak şey de oldukça basit. Onu da tercih etmemek. Sonuç olarak diyebilirim ki; hepimiz tercih etmemeyi tercih ettiğimiz zaman, tercih edilmek istenenler kötü olmaktan vazgeçmek zorunda kalacaklar.