Yaşamın yalın ve acı gerçekliği budur işte. Günlük yaşantımızı, bugünümüzü ve yakın geleceğimizi düzenlemek için ne kadar gerçekçi öngörülerde bulunursak bulunalım, ne kadar akılcı planlamalar yaparsak yapalım, yaşamın doğal akışı içerisinde her zaman, daha önce öngöremediğimiz, hatta aklımızın ucundan dahi geçiremediğimiz acı ve tatlı bir yığın olayla karşılaşabiliriz. Bu olaylar, bazen, tarihin kaydettiği en büyük doğal afetlerden biri olarak da karşımıza çıkabilir. Bundan tam üç yıl önce; 06 Şubat 2023 günü, Türkiye’nin doğal afetler tarihine kapkara bir gün olarak yazılan büyük bir deprem meydana geldi. Sabah saat 04:17 sularında bugüne kadar eşi ve benzeri görülmemiş büyük bir sarsıntıyla yataklarımızdan fırladık ve sokaklara döküldük. Gelen ilk haberlere göre, Kahramanmaraş ilimizin Pazarcık ilçesinde 7,7 şiddetinde bir deprem meydana gelmişti. Daha bu sarsıntının ilk şokunu atlatamadan bu kez de yine Kahramanmaraş ilimizin Elbistan ilçesinde 7,6 şiddetinde bir deprem daha meydana geldi. Yaşanan bu depremler, ülkemizin güney ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde yer alan 10 ilimizde çok büyük bir yıkıma ve felakete neden olmuştu. Depremin üçüncü yılında ortaya konulan resmi tahminlere göre depremde 53 bin insanımız yaşamını kaybetti. Sayıları binlerle ifade edilen insanımızın ise akıbetleri hala meçhul durumda. Gazete ve televizyonlarımızın çeşitli belgesel programlarında, zaman zaman depremde cesetlerini bile bulamadıkları, gaip durumdaki yakınlarını arayan acılı insanlarımızın dramatik öykülerine rastlıyoruz. 6 Şubat depremini yaşayan illerimiz ne yazık ki bugün bile yaralarını sarabilmiş ve eski normal yaşam düzeylerine ulaşabilmiş değiller. Bunun elbette ki çok çeşitli ekonomik, sosyal ve siyasal nedenleri bulunuyor. Yazımın giriş paragrafında, günlük işlerimizi düzenlemek için öngörülerde bulunmamızın ve çeşitli planlamalar yapmamızın her zaman da yaşamın gerçeklikleriyle örtüşemeyebileceğini belirtmiştim. Bu ifademle, öngörülerde bulunmanın ve planlamalar yapmanın yararlı olmadığı ve bunun nafile bir çaba olduğu gibi, son derecede yanlış bir algıya neden olmak istemem. Her zaman ve her yerde çeşitli olayları akışına bırakıp seyretmek yerine, olayların gidişatına ilişkin kısa, orta ve uzun vadeli öngörülerde bulunmak ve planlamalar yapmak, her zaman ve her koşulda yaşamsal derecede önemli bir etkinliktir. Eğer doğru öngörülerde bulunursanız zamanında ve doğru önlemler alabilirsiniz. Eğer elinizde, bilimsel ölçütlerle hazırlanmış çok seçenekli planlarınız varsa; belki bu planlarla doğal afetleri önleyemezsiniz ama, bu planlar yardımıyla doğal afetlerin verdiği zararların üstesinden daha kolaylıkla gelebilirsiniz. Hasarları asgariye indirebilir, krizleri ve afetleri daha başarılı bir şekilde yönetebilirsiniz. Yaşadığımız bu felaketler bir kez daha göstermiştir ki, ne yazık ki bizim ülkemizde, bazı bilim insanlarımızın öngörülerine önem verilmemektedir. Örneğin, bilimsel çalışmalarına destek olunmadığı ve çeşitli engellemelerle karşı karşıya kaldığı için Üniversitedeki görevinden ayrılmak durumunda kalan dünyanın önde gelen yer bilimcilerinden Prof. Dr. Naci Görür’ün çeşitli açıklamalarından öğrendiğimize göre, 6 Şubat depreminin yaklaşık olarak iki yıl öncesinden beri bu bölgede böyle bir depremin meydana geleceğine ilişkin bilimsel çalışmalar yapılmış, veriler ortaya konulmuş ve gerekli uyarılarda bulunulmuştur. Ancak bu uyarılar, ne yazık ki dikkate alınmamıştır. Ülkemizde çeşitli kurumların afet planları vardır. Ancak, televizyonlarımıza yansıyan görüntü ve yakınmalardan bu afet planlarının da ne yazık ki yine hayata geçirilemediği ve kâğıt üzerinde kaldığı görülmüş ve anlaşılmıştır. Şu cümleyi söylemek için artık yer bilimci olmamıza gerek yoktur. Yaşadığımız büyük felaketler ve acı deneyimler dolayısıyla artık hepimiz çok iyi biliyoruz ki; Türkiye, bir depremler ülkesidir. Bugüne kadar meydana gelen depremler ve bundan sonra da İstanbul depremi ve Marmara depremi gibi olma olasılığı yüksek olan depremler de Türkiye’nin acı ama kaçınılmaz bir gerçeğidir. Peki nasıl oluyor da bütün bu gerçekler herkes tarafından çok iyi bilinmesine rağmen ülkemiz hala depremlere hazırlıksız yakalanabiliyor ve depremlerin yarattığı tahribatlar, can ve mal kayıpları bütün öteki ülkelerden çok daha fazla olabiliyor? Artık bu, jeoloji biliminin derinliklerinde kalmış bilimsel bir sır değil. Bütün yer bilimciler ve duyarlı yurttaşlar, depremin öldürmediğini, çürük binaların, plansız, alt yapısız ve çarpık kentleşmenin öldürdüğünü çok iyi biliyor ve dile getiriyorlar. Evet deprem öldürmüyor ama, çürük binalar öldürmeye hala devam ediyor. Acı ama gerçek. Yaşadığımız bu felaket bir kez daha bizim yaşadığımız 1999 İstanbul depreminden, Düzce, Elâzığ, Bingöl ve İzmir depremlerinden hiçbir ders almadığımızı acı bir biçimde ortaya koymuştur. Rant hırsıyla 15-20 katlı 30 katlı binalara rahatlıkla ruhsat veriliyor. 1999 depreminden sonra, Prof. Dr. Mete Işıkara öncülüğünde çok büyük bir eğitim ve bilinçlendirme kampanyası başlatılmıştı. Okullarda deprem tatbikatları yapılıyordu. Belediyeler, deprem toplanma yerleri ayırıyorlardı. Evlerde deprem çantaları hazırlanıyor, kentlerin çeşitli yerlerinde ilk yardım ve kurtarma malzemeleri depoları kuruluyordu. Ancak 2006 yılından sonra bu çalışmalardan tamamen vazgeçildi. 2000’li yılların başında bir deprem yönetmeliği çıkartıldı ama, bu depremde yıkılan binalardan açıkça anlaşılıyor ki bu yönetmeliğe de layıkıyla uyulmamıştır. Bir yönetmeliği olmasına rağmen ne yazık ki, inşaatların henüz başlangıç aşamasında bina temellerinin jeolojik zemin etütleri ve inşaat denetimleri de sağlıklı şekilde yapılmamaktadır. Malzemeden çalan müteahhitlere gereken yaptırımlar uygulanmamaktadır. Rüşvetçi belediye başkanları ve bürokratlar, sebepsiz zenginleşme yoluyla adeta ödüllendirilmekte ve yaptıkları yanlarına kar kalmaktadır. Oy ve rant kaygısıyla sık sık çıkarılan imar afları ise sağlıksız, çürük ve kaçak yapıların yapılmasını özendirmektedir. Bir de depremlerde neden hep hastane, polis evi, lojman ve okul gibi kamuya ait hizmet binalarının yerle bir olduğu ve otoyolların çöktüğü şeklinde sorulan sorulara bir türlü haklı, geçerli ve yeterli bir şekilde cevap verilememektedir. Bütün bu olumsuzluklar ne yazık ki, ülkemizde meydana gelen depremlerde ortaya çıkan can ve mal kayıplarının olması gereken makul ölçülerin çok ama akıl almaz derecede çok daha üzerinde oluşmasına neden olmaktadır. Üstüne üstlük bir de ülkemizde sorumlulardan hesap sorulması ya da sorumluların hesap vermesi gibi bir alışkanlık ve gelenek de mevcut değildir. Depremlerden sonra bir iki küçük müteahhit, göstermelik olarak yargılanıyor. Sonra da herkesin yaptığı yanına kar kalıyor. Bir süre sonra olaylar unutularak üzerine sünger çekiliyor. Televizyonları izlerseniz, sanki geçmiş depremlerdeki aynı manzaralar, aynı basma kalıp başsağlığı mesajları ve aynı vaatler birbirinin kopyası gibi anlamsız bir şekilde kendi kendisini tekrar ediyor. Ne yazık ki bütün bu vaat ve taziyeler, hiçbir yaraya merhem olmuyor. Her zaman olduğu gibi yine ateş düştüğü yeri yakıyor ve yaktığı yerde kalıyor. 6 Şubat depremlerinin 3. Yıldönümü nedeniyle, bu depremde yaşamını yitiren 53 Bin insanımıza rahmet diliyorum. Ulusumuzun acısını paylaşıyor, deprem bölgelerinde bin bir zorlukla mücadele ederek ayakta kalmaya çalışan depremzede yurttaşlarımıza dayanma gücü diliyorum. Bir depremler ülkesi olan güzel yurdumuzda bundan sonra yaşanacak olan depremlerde yine aynı acıların yaşanmamasını temenni ediyorum.