Acı üzerine acı yaşanan ülkemiz, bölgemiz ve dünyamızda, ne yazık ki insana acıyı yaşatan, yine insan, insanda ne tat kalıyor, ne de neşe ne de bende yazma isteği.
Bu hafta yeni bir şey yazmak gelmiyor içimden.
Böyle anlarda çoğunlukla sanata sığınırım.
Bu hafta da daha önce an ve sanat ilişkisi üzerine yazdığım bir yazıma sığınacağım.
“An’lar hayatın akışının temelini oluşturur. Böyle olunca hayatın içinden çıkan sanatın, edebiyatın ‘an’a ilgisiz kalması tabii ki mümkün olamaz.
‘An’ sanatın, edebiyatın önemli bir malzemesi, esin perisi görevini seve seve üstlenir. Romanlarda bir bilinçten bir bilince, bir mekandan bir mekana, bir zamandan bir zamana, bir duygundan bir duyguya sıçramaların kusursuz tahtasıyken, durum öykülerinde ise öykünün kendisidir.
Tam da burada Goethe’nin Faust’undaki ünlü cümle kendini anımsatır: “An, çok güzelsin gitme dur.”
Faust, Mephisto ile bir anlaşma yapmıştır ruhunu satmak için. Mephisto onun her isteğini yerine getirecektir. Sonunda Faust yerine getirilen arzularından birinde anın donmasını isteyecektir. İşte o zaman ruhunu Mephisto’ya verecektir. Yani bir an’da, geçmesini istemeyeceği, bütün yaşamından daha önemli bir an’da…
Mark Twain da; “Hayat öyle kısa ki; Tartışmalara, özür dilemelere kıskançlıklara, hesap sormalara zaman yok. Sadece sevmek için ‘bir an’ var.” derken sanırım bundan söz ediyor.
Çehov nerdeyse bütün öykülerini bir an’ın üzerine kurar. Hatta tiyatro oyunlarında da aslolan olay değil an’dır.
‘Yüzyıllık Yalnızlık’ romanına Gabriel Garcia Marquez, bir ‘an’ ile başlar ve onu sıçrama tahtası olarak kullanıp romanın içine atlar. Kahramanımız Albay Aureliano Buendia idam mangasının önündedir, o sırada aklından babasının ona ilk buzu gösterdiği ve ona dokunduğu an geçer; yaşadığı an geçmiş bir ‘an’ı davet etmiştir ve yazar bu ikisinin enerjisinden yararlanmasını bilmiştir. Romanda bir hayli yolculuk yaptıktan sonra öğreniriz kahramanımızı, ağabeyi José Arcadio Buendia’nın kurtardığını ve bu sayede romanın devam ettiğini…
Terry Eagleton, ‘Azizler ve Alimler’ romanında yine bir ‘an’ı kullanır. Kitabın kahramanlarından İrlanda Cumhuriyet Ordusu lideri James Connolly idam mangası önünde kurşuna dizilirken kurşunları havada tuttuğu andır romanın devam etmesini sağlayan ‘an’. Romanın ana kahramanlarından biri olan Connolly bu sayede yaşamını sürdürür ve roman bizi ardından sürükleyerek devam eder. Bu sayede yazarın Connolly ile Ludwig Wittgenstein, Mihail Bahtin ve Leopold Bloom arasındaki devrimden felsefeye, hayattan boş vermişliğe dair tartışmalarını okuyabiliriz.
Şiir bundan azade edemez kendini. Yaşayan şairlerin büyük üstadlarından Özdemir İnce “Şiir ve Gerçeklik” kitabında “Şiir üç zamanlıdır; dün bugün yarın” tespitiyle işaret ettiği gerçeği; “Şiir, şimdinin zenginliğidir. Şimdi dünü bugünü yarını kapsayan bir şimdidir.” diyerek pekiştirir.
Fotoğraf sanatı, ‘an’ı sonsuza kadar dondurur, o ‘an’a sonsuza kadar yorum yapabilme imkanı tanıyarak…
Resimde sadece an vardır.
Heykel ‘an’dan başka bir şey değildir.
Sinema ‘an’ın sağladığı imkanı en keyifle kullanan sanat dalıdır diyebiliriz. Montajın verdiği olanağı ‘an’larda ileri veya geri sıçramalar yaparak ustaca kullanır. Biz filmi izlerken o ‘an’ı geçmiş ya da gelecekle birlikte yaşarız. O ‘an’ı olduğundan çok geniş duyumsarız.
Ridley Scott’un yönettiği ‘Gladyatör’ filminde beni çok etkileyen bir an vardır örneğin. Russel Crowe, Maksimus adıyla Roma’nın çok başarılı bir generalini oynamaktadır. İmparator yaşlanmış ve ölüme yaklaşmıştır. İmparatorluğu, dengesiz oğlu yerine (Joaquin Phoenix’in oynadığı Commodus) Maximus’a bırakmayı düşünmektedir. Bunu öğrenen Commodus babasını öldürür, suçu Maksimus üzerine yıkarak onun ve İspanya’da bir çiftlikte Maksimus’un eve dönmesini bekleyen karısı ve de oğlunun öldürülmesini emreder. Maksimus kurtulur ama ailesi o kadar şanslı değildir. Filmin final sahnesinde Maksimus, Roma İmparatoru olmuş olan Commodus’la yaptığı ölümüne kavgada rakibini öldürür, kendi de ölümcül yara alır, ölürken bedeni yavaşça havalanır; önceden öldürülmüş olan karısı ve oğlunun onu evinde beklediğini görürüz ardından da onun buğday tarlasından başakları elleriyle okşayarak evine döndüğünü…
Kendisinin bir toprak adamı olduğunu bir kez daha anlarız ve topraktan gelip toprağa gittiğimizi…
Bir diğer unutulmaz sahne ise Casablanca filmindendir. Yönetmen Michael Curtiz’in yönettiği 1942 yapımı bu filmin baş rollerinde Humphrey Bogart ve Ingrid Bergman oynamaktadır. Filmde Lisa rolünü oynayan Ingrid Bergman, Rick rolündeki Humphrey Bogart’ın unutamadığı eski sevgilisidir. Lisa Nazilere direnen bir örgütün lideriyle evlenmiştir. Lider deşifre olmuş ve canlarını kurtarmak için Casablanca’ya kaçmışlardır. Kentin en önemli barının sahibi Rick’tir ve onları Portekiz’e ancak o kaçırabilir. Eski aşk belki de eskimeyen aşk yeniden alevlenmiştir. Lisa barda çalan piyaniste o meşhur sözünü eder o sahnede “Bir daha çal, Sam. Eski günlerin hatırı için… Onu çal Sam. Hadi… ‘As time goes by’ı çal” hüzün vardır, kıstırılmışlığın çaresizliği vardır ve bir de geçmişe dönme özlemi, isteği vardır…
An duygudur…
Duygular da sanat ve edebiyat…”
Sanat iyi bir sığınaktır…