Mersin’ de yaşayıp ta aynı özlemi dile getirmeyen kimseye rastlamadım.
Hangimizi, ara sıra da olsa, o yakıcı duygu sarmadı ki?
Limon, portakal çiçeği kokan bir kent hayali…
Gerçekten de, kendisine sevdalandığım, vurulduğum günden beri Mersin’ in nasıl olup ta narenciye
ağaçlarından mahrum kaldığını hep merak etmişimdir…
Son yıllarda her gün biraz daha tükense de, Nisan ayıyla başlayan o koku cümbüşü…
Açgözlü yap- satçıların elinden son anda tesadüfen kurtulmuş –kurtarılmış diyemeyeceğim zira yeşili
ve tarihi koruma bilincini tüketmiş gibiyiz ne yazık ki-, saklı köşelerdeki birkaç ağacın bile, soluyanların
başını döndüren, serin bahar sabahlarını, ilk ergenlik güzelliğiyle mutlu günaydınlara çeviren o
muhteşem kokusu…
Neden kendimizi çok az kente nasip olan turunç ailesinden mahrum bırakırız?
Mersin’ e en çok yakışacak böylesi ağaçlar dururken hangi akılla yer altı sularını yutmaktan başka işe
yaramayan, bataklık canavarlarını baş tacı ederiz?
-Örneğin bir zamanlar sivrisinek yataklarını kurutsun diye okyanus ötesi yerlerden getirdiğimiz
okaliptüslerin her biri yılda tek başına 400 ton su tüketiyor.
Küresel ısınmanın da etkisiyle hızla tükenen yer altı kaynaklarımızın kurtulması adına bilim adamları
her okaliptüsün görüldüğü yerde kesilmesinin insanlığa yapılacak en faydalı işlerden biri olduğunu
söyleyip duruyorlar yıllardır…-
Bu kentte her yıl daha çok narenciye ağacı katledilirken, hiçbir işe yaramayan okaliptüse yaşam hakkı
verilmesindeki yaman çelişkiye son vermenin zamanı gelmedi mi?
Buna kafa tartışacağımıza, eski günlerin hasretiyle yanıp tutuşan çoğu insan “neydi o bir zamanların
Mersin’ i, nerede o caddeleri süsleyen turunç ağaçları?” sorularına cevap arıyor…
Anlatılanların büyük kısmı gerçekten çok hayallerimizde kurduğumuz şehir efsanesi mi?
Yoksa gerçekten bir zamanlar bu şehri kuşatan bahçeler şöyle dursun, cadde ve sokaklar narenciye
ağaçlarının yaydığı kokular, yılın her günü dinginlik veren, solmayan yeşil tonlarla mı gülümserdi
insanlara?
Narenciyenin bilinen son Mersin macerası aslında 1860’ larda başlayan kentin yeniden doğuşuyla aynı
ortak kaderi paylaşıyor…
Örneğin ilk bahçeyi kuran, büyüten Mavromati…
İlklerin, ekonomideki pek çok gelişmenin öncüsü olan efsane isim…
Tarsus’ ta 1887 de kurulan Anadolu’ nun ilk iplik fabrikasını kuran da oydu, Berdan ırmağı üzerindeki
ilk hidroelektrik santralinin ve su gücüyle çalışan ilk un fabrikasının sahibi de…
Mersin’ deki Rum Ortodoks kız okulunu finanse eden ve kendi adını veren de…
Bugünlerde Atatürk evi olarak anılan konağın ilk sakini ve mülkiyeti de Mavromati’ nin…
Dönemine öylesine damgasını vurmuş ki Mersin'den bir yere gidip tekrar dönüşünde mevcut Kiliseler
çan çalarak selamlarmış gelişini…
Sadece varlıklı değil vizyon sahibi biri aynı zamanda…

Ceyhan-Seyhan nehirlerini bir kanalla birleştirme, Adana-Mersin arasındaki eşsiz Çukurova’ ya bu
suları akıtarak dünyanın en bereketli vahalarından birini yaratma hayal projesi de onun…
İşte bu Mavromati 1880’ lerde Ortodoks köyü olarak anılan şimdilerin Osmaniye mahallesindeki
bahçesinin 30 dönümlük küçük bir kısmına Rodos ve Sakız adalarından getirdiği mandalina fidelerini
dikiyor…
Bahçe serpilip büyüyor, gelişiyor ama arkasından patlayan savaş Mavromati’ nin sonunu getiriyor aynı
zamanda…
Çoğu varlık gibi bahçe de el değiştiriyor…
20 Kasım 1925 günü Mersin’e gelen Atatürk’ün onuruna verilen yemek, yemeğin ardından
ağaçlarından meyve koparıp yediği hep aynı bahçe…
“hayatımda ilk defa ağacından portakal, mandalina koparıp yiyorum. Gördüğünüz gibi muhitin
arazisi çok verimli, portakalcılığımızın gelişmesi ve yurdumuzun değerli ürünleri arasında yer alması
gerekiyor” cümlelerini o bahçenin meyvelerinden tadarken kendisini izleyen Ziraat Odası yetkililerine
ve çiftçilerine hedefi anlatması da o günlere ait tarihi gerçek…
Mustafa Kemal’ in koyduğu hedef, daha doğrusu verdiği mesaj adresini buluyor bir süre sonra..
Tarım Bakanlığı (o günlerdeki adıyla Ziraat Vekâleti) 1935 yılında çiftçilere fide desteği de verecek bir
örnek bahçe kuruyor bugünlerin Karayolları Bölge Müdürlüğünün doğusundaki alanda…
Ancak devlet eliyle örnek narenciye yetiştirme macerası bir süre sonra kâbus olup çöküyor kentin
üzerine....
Bürokratik boş vermişlik bırakın yeni fideyi, mevcut bahçenin bakımını da yüzüne gözüne
bulaştırıyor…
Bakımsızlık o günlerde Mersin’ in tüm bahçelerine hastalık dalgası olarak yayılıyor…
Ziraat Vekâletine ait bahçenin fidelerini kentin tüm cadde ve sokaklarına diken Belediye’ ye gelince…
Hastalık o güzelim ağaçları sarınca, mücadele yerine her zaman olduğu gibi en kestirme yol seçiliyor.
Tıpkı mektepler olmasa maarifi ne güzel idare ederdim diyen o ünlü devlet büyüğü! gibi…
İlaçlayıp kurtaracaklarına, bir günün içinde tüm narenciye ağaçlarını kesip kurtuluyorlar!
365 gün hep yeşil, yılın belli dönemlerinde şehrin üzerine koku olup yağan, Mersin’in simgesi olacak
ve belki de ileride şehrin nefes almasını sağlayacak bir fırsat böyle katledildi…
Bir daha anımsanmadı bile…
Şiirlerde kaldı portakal kokan şehir efsanesi…
Belki de hiç yaşamadık, topluca rüya gördük, sonra da gerçeğin acısına uyandık…
Kim bilir?...
Yoksa, turuncun intikamı kan tutar gibi Mersini yakıp kavurdu da, biz mi farkında olmadık?...