Gökova Körfezi’ndeki birbirinden güzel koyların hepsini merak etmeme rağmen, gezimin sınırlı geçecek zamanına göre bir planlama yapmıştım. Körfezde görmeyi istediğim yerlerin arasına Çökertme Koyu’nu ve köyünü de eklemiştim ve bu tercihimin ne kadar isabetli olduğunu Çökertme Köyü’ne gelince anladım anlamasına da Ören’i geçtikten biraz sonra körfezin kuzey yamaçlarında üç sene önce yanan ormanları görünce, canım fena acıdı. O sıkıntılı zamanlarda günlerce süren, özellikle köylülerin cansiperane çalışmalarına rağmen, rüzgarın şiddetiyle on binlerce ağaç yanıp kül olmuştu.  Çökertme Köyü, bu yangından en çok etkilenen köylerin başında geliyor maalesef. Köyün yamaçlarında neredeyse yanmadık hiçbir ağaç kalmamış. Yaşanan tüm bu felakete rağmen Çökertme yine de çok güzeldi.

Köyün çevresindeki yamaçların tamamen yanmasına rağmen, Şükür ki yangın köyün içerisine ulaşamamış. Böylece çevresi çöle dönen Çökertme köyü, adeta bulunduğu ortamda hala bir vaha gibi varlığını sürdürmekte. Bisikletimle ancak gün batımında ulaşabildiğim köyün, festivallere uygun olarak tasarlanmış ana caddesinden köy kahvesine ulaştım. Yorgunluğumu gidermemde yardımcı olan tavşan kanı çayı yudumladım. Kahvehanenin tam orta yerindeki çınar ağacının altında, yerden yüksek şark köşesi gibi yapılmış oturma yerini, geceyi geçirmek üzere zihnimde tasarlamışken kahvecinin, “Bu gece nerede kalacaksın?” cümlesi üzerine, “Belki koya doğru giderim.” Dedim ama bir yandan da gözlerimi çınarın altındaki şark köşesinden ayıramıyordum. Kahvecinin söylemesini hayal ettiğim cümle de gecikmedi, “Ne yapacaksın koyda, burada yat işte, hem çadır kurmakla uğraşmazsın bu saatte.” Deyince neredeyse Kahveci’nin boynuna sarılacaktım. Gerçekten de gün boyu zorlu tırmanışlarla ilerlediğim Çökertme yolu beni oldukça bitkin düşürmüştü. Kahveci’nin bu mükemmel teklifiyle çınarın altındaki dinlenme bölümünün üzerine uzanmam birkaç dakikamı almadı.

Ağustos böceklerinin seslerinin, kulağıma ninni gibi geldiği derin bir uykunun ardından Kahveci’nin gür sesiyle uyandım. Aynı zamanda restoran hizmeti de veren kahvehanede güzel bir çorba içerek yönümü koya çevirdim. Geceden atamadığım yorgunluğumu, Çökertme Koyu’nun tertemiz, serin sularında attım. Koyun sessiz ortamında gözlerim yine koyun sırtlarındaki yanan ağaçlara ilişti. Kurumuş ağaç gövdeleri ve dalları, açlıktan karnı sırtına yaslanan Afrikalı çocukları andırıyordu. Bu sırtların yeniden eski halini alması için en az on-on beş yıl geçmesi gerekli. İnsanoğlunun acımasızlığına veya dikkatsizliğine dayalı olarak yaşanmış bu felaketi aklım, hafsalam almıyor doğrusu. Kendimi avutacak, teselli edecek hiçbir söz bulamadım doğrusu. Yaşanan bunca felakete rağmen Çökertme Koyu’nun muhteşem güzelliği ve doğallığına sığınarak koydan uzaklaştım.

Köyün kuzeyinden Bodrum yönüne gidonumu çevirdim çevirmesine de oldukça dik yokuşları tırmanmak, Çökertme köyündeki dinlenmiş vücudumu yine eski bitkin haline getirdi. Köyden uzaklaşıp tırmandığım son düzlükten, özleyeceğimden şüphem olmayan Çökertme koyuna ve köyüne son bir bakış atarak, yolculuğumun zorlu seyrine devam ettim. Mazı köyüne kadar neredeyse sürekli pedal çevirerek tırmandım.  Köyde, açılalı henüz daha bir hafta olmuş şirin bir restoranda yediğim harika yemekle kaybettiğim enerjimi tekrar toplamayı başardım. Bu restoran tam zamanında imdadıma yetişti doğrusu. Mazı’dan sonraki hedefim iyice karanlığa kalmadan Bodrum’a ulaşmaktı. Önümdeki yollar, her ne kadar önceki yokuşlar kadar zorlayıcı olmasa da Ege Bölgesi’nin bütününe yayılmış engebeli arazilerden uzak kalmak pek mümkün olmadı. Yalı Çiftliği köyüne ulaşınca, artık Antik Dünyanın en önemli şehirlerinden biri olan Halikarnasos’a günümüzdeki bilinen adıyla da Bodrum’a ulaşmış oldum.