2025 yılı, hükümet tarafından “Aile Yılı” ilan edildi. Gerekçe, Türkiye’nin nüfus artış hızının düşmesi ve doğurganlık oranlarının alarm verici bir seviyeye gelmiş olmasıydı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yıllardır dile getirdiği “en az üç çocuk” söylemi bu kez daha sistematik bir politika haline geliyor. Ancak bu büyük söylemin gölgesinde, gerçek sorunlar göz ardı ediliyor. Türkiye’nin genç nüfusla ilgili asıl meselesi, insanların daha az çocuk yapması değil. Sorun, gençlerin ülkeden kaçmak istemesi, kalanların ise umudunu her geçen gün daha fazla yitirmesidir.

Bugün gençler için Türkiye bir hayal ülkesi değil, bir çıkmaz sokak. Eğitiminiz varsa iş bulamazsınız; iş bulsanız insanca bir gelir elde edemezsiniz. Eğer daha iyi bir yaşam umuyorsanız, pasaportunuz ve gitme şansınız olması gerekir. TÜİK verileri, genç işsizlik oranlarının rekor kırdığını gösteriyor, ama bu sadece bir istatistikten ibaret değil. Her bir sayı, kendi ülkesinde yaşamaktan vazgeçmiş bir bireyin hikayesini taşıyor. Göç etmeyi düşünenlerin ardında bir ortak mesaj var: “Bu ülke bize bir gelecek sunmuyor.”

Bir toplumda gençler geleceğin taşıyıcısıdır, ama taşıyacak bir gelecek görmüyorsanız o yükten kurtulmanın yollarını ararsınız. Bu noktada doğurganlık oranlarından endişe etmek yalnızca yüzeysel bir çözüm arayışıdır. İnsanlar çocuk yapmaktan vazgeçmiyor; çocuklarını hangi şartlarda büyüteceklerini bilmedikleri için korkuyor.

Çünkü Türkiye’de çocuk büyütmek, kelimenin tam anlamıyla bir mücadeleye dönüştü. Eğitim masrafları, barınma maliyetleri, sağlık harcamaları ve gıda fiyatları ailelerin omzunda giderek ağırlaşan bir yük. 2025 yılı için belirlenen net asgari ücret 22.104 TL olarak açıklanmış durumda. Ancak bu rakam, BES-AR verilerine göre açlık sınırının oldukça altında kalıyor. Açlık sınırı 30.617 TL, yoksulluk sınırı ise 80.940 TL olarak hesaplanmış. Bu durumda, çocuk yetiştirmek bir cesaret işi haline geliyor. Ailelerin birçoğu için temel ihtiyaçlarını karşılamak bile neredeyse imkansız hale gelmişken, “daha fazla çocuk” çağrısı toplumda karşılık bulabilir mi?

Bu ekonomik zorluklar, ailelerin sırtındaki yükü artırmakla kalmıyor toplumsal cinsiyet eşitsizliğini de derinleştiriyor. Kadınlara “en az üç çocuk” söylemiyle yüklenen sorumluluk, onların birey olma hakkını gölgede bırakıyor. Kadınların hem çocuk doğurması hem de ev içindeki görünmez emeği üstlenmesi bekleniyor. Ancak onların yükünü hafifletecek politikalar hâlâ bir hayal. Kreş imkanları sınırlı, esnek çalışma koşulları yetersiz, çocuk bakım desteği ise neredeyse yok. Bu durumda kadınlar için aile, toplumsal baskının en görünür formuna dönüşüyor. Bir de iş cinayetlerini düşünelim. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin verilerine göre, 2024 yılında en az 395 genç ve 71 çocuk işçi, iş cinayetlerinde yaşamını yitirdi. Bu, yalnızca istatistik değil; ekonomik zorluklar yüzünden çocuk yaşta çalışmak zorunda bırakılan bireylerin trajedisidir. Bir ülkede gençler çalışırken ölüyor, çocuklar oyun oynaması gereken yaşta iş hayatına zorlanıyorsa, o toplumda “gelecek” kelimesinin anlamı yoktur. “Aile Yılı” gibi politikalar, bu derin krizlerin üstünü örten birer perdeye dönüşüyor.

Aileyi merkeze alan her politika, ailelerin yaşam şartlarını iyileştirmeyi hedeflemelidir. Oysa burada hedef, yalnızca doğum oranlarını artırmak gibi yüzeysel bir arayışa indirgeniyor. Toplumsal eşitsizlikler, ekonomik adaletsizlikler ve sosyal politikaların eksikliği çözülmeden, bu tür kampanyaların başarı şansı yoktur.

Bir toplumun geleceği, yalnızca doğan çocukların sayısıyla değil, o çocukların nasıl bir yaşam sürdüğüyle belirlenir. Kadınlara, gençlere ve ailelere insanca bir yaşam sunulmadan yapılan her çağrı, yalnızca bir slogandan ibarettir. İnsanlar güven ve umutla yaşar; sloganlarla değil. Bu nedenle, mesele “aileyi nasıl kurtarırız” sorusu değildir. Asıl mesele, bu ülkeyi yaşayan herkes için daha adil, daha eşit ve daha yaşanabilir bir hale nasıl getiririz sorusudur. Çünkü güçlü bir aile yapısı, ancak güçlü bir toplumun içinde var olabilir. Gerçek bir değişim ise bu sorunun cevabında gizlidir.