Tarih boyunca köylüler, ezilmiş sınıfların en geniş kesimini oluşturmuş, ancak devrimci hareketlerin hem öznesi hem de çoğu zaman engeli olmuştur. Lenin'in de belirttiği gibi, devrimciler köylülerin kurtuluşu için mücadele ederken, köylülerin bir kısmı mevcut düzenin devamı için mücadele etmiş ya da ihbar mekanizmasının bir parçası olmuştur.
Devrimciler, halkın en büyük kesimini oluşturan köylülüğün desteğini almak istemiştir. Ancak birçok devrimci, en büyük direnci de köylülerden görmüştür. Deniz Gezmiş’ten Che Guevara’ya, Mahir Çayan’dan Sinan Cemgil’e kadar birçok devrimcinin sonunu hazırlayan ihbarlar, genellikle köylerden gelmiştir. Peki, bu bir ihanet midir, yoksa mecburiyet mi?
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan süreçte Türk köylüsü, hep üretimi sağlayan ama yönetimde söz hakkı olmayan bir sınıf olarak kaldı. 600 yıl boyunca vergi yükü altında ezilen, savaş zamanı zorla askere alınan ve çoğu zaman açlık sınırında yaşayan köylü, Cumhuriyet’in ilk yıllarında da büyük değişimler yaşamadı. Feodal dönemde köylüler, toprak ağalarının veya derebeylerinin elinde sömürülüyordu.
Kemalist devrimlerle toprak reformu, eğitim hamleleri gibi adımlar atılsa da, köylünün ekonomik ve sosyal yapısı büyük ölçüde değişmedi. Feodal ilişkiler, ağalık düzeni, devlete bağımlılık hâlâ devam etti. 1970’lerde ise Türkiye’nin sosyalist hareketleri, köylüyü devrime kazanmak için büyük bir çaba gösterdi. Ancak sonuç çoğu zaman hüsran oldu.
Köylü, tarih boyunca devlete bağımlı yaşadı. Devletin her zaman güçlü olduğu öğretildi. Devletin karşısına çıkan bir güce destek vermek, onun için büyük bir risk demekti. Geleneksel yapının içinde büyüyen köylü, düzeni sarsan her şeyi bir tehdit olarak gördü.
Kırsal bölgelerde ağalar, şeyhler, tarikat liderleri halk üzerinde büyük bir otoriteye sahiptir. Devrimciler genellikle bu yapıları yıkmaya çalıştıkları için köylü, onları “tehlikeli” gördü. Toprak ağalarının, dini liderlerin baskısıyla köylü, devrimcilere karşı kışkırtıldı.
Bir köylü için en önemli şey hayatta kalmaktır. Devletin ordusu, jandarması ve polis gücü vardır. Bir devrimci grup köye gelip destek istediğinde, köylü eninde sonunda devletin gelip onları cezalandıracağını bilir
Devrimciler, köylüyü doğal bir müttefik olarak gördüler. Onların da ezildiğini, sömürüldüğünü, haklarını arayacaklarını düşündüler. Ancak köylü, çoğu zaman sistemin içinde “idare etmeye” alışkındı. Devrimciler, köylünün bilinçlenmesini beklerken, köylü çoğu zaman mevcut düzeni korumayı seçti.
Lenin’in köylüler için söylediği, “Onlar efendileri için kilisede mum yakıyordu” sözü, köylünün düzeni değiştirme gücüne sahip olmasına rağmen, mevcut düzenin bir parçası olmayı seçtiğini ima eder. Ancak burada köylüyü bütünüyle suçlamak doğru olmaz.
Çünkü köylü, tarih boyunca yalnız bırakılmış, eğitimsiz bırakılmış, ideolojik olarak bilinçlenmesine izin verilmemiştir. Eğer bir halk, sadece hayatta kalma mücadelesine itilmişse, onun devrimcileri ihbar etmesi, çaresizliğin bir sonucu olarak da değerlendirilebilir.
Türk devrimcileri, özellikle 1970’lerde köylüyü örgütlemek için büyük çabalar sarf etse de, köylü hareketi, sanıldığı gibi güçlü bir devrimci sınıf yaratmadı. Bunun yerine işçi sınıfı, öğrenci hareketleri ve şehir merkezli direnişler ön plana çıktı.
Bugün bile kırsal bölgelerde devletin etkisi, dini yapıların kontrolü ve geleneksel düzenin gücü devam etmektedir. Köylü hâlâ ezilmektedir, ancak aynı zamanda düzenin içinde kalmayı da seçmektedir. Belki de Lenin’in sözündeki gibi, devrimciler onlar için savaşırken, onlar efendileri için mum yakmaya devam ediyordur…
Ama asıl soru şu: Bu bir ihanet mi, yoksa sistemin köylüyü mecbur bıraktığı bir sonuç mu?
Kapitalizmin yükselişiyle birlikte, büyük toprak sahipleri ve sanayi burjuvazisi karşısında köylü sınıfı daha da zayıfladı. Ancak bu ezilmişliğe rağmen, köylülerin devrimlerdeki rolü değişken oldu. 1789 Fransız Devrimi’nde köylüler feodal düzene başkaldırmış, ancak daha sonra mülkiyetin güvence altına alınmasıyla statükoyu koruma eğilimine girmiştir. Bolşevik Devrimi’nde Lenin, köylülerin desteğini almak için “Toprak Köylülerindir” sloganını yükseltmiştir, ancak savaş komünizmi sürecinde köylülerle Bolşevikler arasında gerilim yaşanmıştır.
Türkiye’de de benzer bir çelişki görülmektedir. Osmanlı’nın son döneminden Cumhuriyet’e kadar, köylüler feodal beylerin, şeyhlerin ve devletin baskısı altındaydı. 1960’lardan itibaren yükselen sol hareket, köylüyü devrimin temel gücü olarak görmüştür. Ancak 1970’lerde devrimci hareketin önderlerinden Deniz Gezmiş, Mahir Çayan ve Sinan Cemgil gibi isimlerin köylülerin ihbarı sonucu yakalanması, bu ilişkinin ne kadar karmaşık olduğunu gösterir.
Bu ihbarların arkasında sadece bireysel korku değil, tarihsel olarak köylünün içine sıkıştırıldığı sosyo-ekonomik yapı da vardır. Ağalar, devlet, din adamları ve resmi ideoloji, köylüyü sürekli olarak mevcut düzeni korumaya yönlendirmiştir. Eğitimsiz, yoksul ve örgütsüz bırakılan köylüler, sistemin onlara sunduğu tek güvenceyi—devletin himayesini—kaybetmekten korkmuş ve devrimcileri bir tehdit olarak görebilmiştir.
Köylü devrimci olabilir mi?
Bu sorunun cevabı tarihsel olarak hem evet hem hayırdır. Çin’de Mao Zedong köylüleri devrimci bir güç olarak örgütleyebilmiş, Küba’da Fidel ve Che gerilla savaşında köylü desteğini alabilmiştir. Ancak bu, köylülüğün kendiliğinden devrimci olduğu anlamına gelmez. Köylü, bilinçlendirilmeden ve örgütlenmeden devrimci bir güç haline gelmez; aksine statükonun en güçlü dayanaklarından biri olabilir.
Bugün Türkiye’de köylülük büyük ölçüde çözülmüş, tarım sektörü bitme noktasına gelmiş, kırsal nüfus kentlere göç etmiştir. Ancak bu dönüşüm, köylünün devrimci potansiyelini de yok etmemiştir. 1970’lerde köylülerle mesafeli bir ilişki kuran sol hareket, günümüzde kırsal alanlarda örgütlenme fırsatına sahiptir. Fakat bunun için köylünün sadece ekonomik değil, ideolojik olarak da dönüşüm geçirmesi gerekmektedir.