Meclisin siyasi temsil meşruiyetini yitirdiğini düşünerek, siyasete halk içinde devam etmek anlamında kullanılan ifadeye sine-i millet denir. Meclis zeminini terketmek, halkın arasına katılıp halk hareketi başlatmak ve siyasi iktidara ya da egemenlere başkaldırmak olarak da açıklayabiliriz. Türk siyasi tarihinde birçok kez gündeme gelen, tartışılan sine-i millete dönme kavramı partiler bazında hiçbir zaman uygulanmadı. Yazıma sine-i millet kavramı ile başlama nedenimi biraz açayım.
21 yıldır AKP Hükümeti tarafından yönetiliyoruz. Gelinen noktaya baktığımızda, nasıl sistematik bir şekilde Ortadoğu bataklığına gömüldüğümüz ortada. AKP'nin iktidara geldiği 2002 yılından bu yana, yavaş yavaş suyu ısıtılan kurbağa misali kaynama noktasına geldik. İnsan haklarından tutun da güçler ayrılığı (yasama, yürütme, yargı), TSK ve medya organlarına varana dek ülke dinamiklerini sağlayan hemen her şey, yavaş yavaş ve sistematik bir şekilde çökertildi. 80 darbesi ile zemini hazırlanan bu günlere, gözlerimizin önünde yavaş yavaş gelindi. Peki bu süre zarfında muhalefet ne yaptı? Bunca olumsuzluğun hangi birine engel olabildi? Cevap, hiçbiri. Şimdi şöyle düşünelim; sine-i millete dönmek daha iyi bir muhalefet şekli olmaz mıydı? En azından iktidarın muhalefet üzerinden ayrıştırma ve düşman yaratarak oy toplaması engellenmiş olurdu. Eminim ki muhalefet hiç olmasaydı, bundan daha kötü bir halde olmazdık. En kötü ihtimal, yine bu durumda olurduk.
21 yıldır ülkeyi yöneten partinin, tamamen dış destekli ve ülkenin temeline dinamit koyma amaçlı oluşturulmuş bir yapı olduğunu düşünüyorum. Geçen bu 21 yılda; sistematik bir şekilde meclis işlevsiz bir hale getirildiyse, adalet yok edildiyse, güçler birliği ortadan kaldırıldıysa, TSK çökertildiyse, eğitim sistemi bilinçli bir şekilde parçalandıysa, muhalefet partisi ya da partileri mi ele geçirilemiyor? Bu kadar pozitif düşünebilir miyiz gerçekten? Ana muhalefet partisi olan CHP'ni ele alalım. Maalesef bunca şeyi yaşadıktan sonra anlıyoruz ki; Türkiye'deki ana muhalefet partisi de ele geçirilmiş ve iktidarı yerinde tutmak için varlığına ihtiyaç duyulan bir yapıya dönüşmüş durumda. İktidarın yıllardır başta kalabilmesi için kullandığı söylemler, genellikle muhalefet üzerinden insanları ayrıştırmaya yönelik. Çünkü baskıcı rejimler ayrışma ve kutuplaşma ile beslenir. Muhalefet ise sadece iktidarın söylemlerine cevap verme üzerine mecliste koltuk işgal ediyor. Hallerinden de memnunlar, çünkü görevleri iktidarı yerinde tutmak ve halkta yönetime karşı oluşan karşıtlığın sesi gibi görünerek iktidarın devamlılığını sağlamak. Bu muhalif görünen gizli iktidar ortaklarına destek vermiş biri olarak, pişmanlığım devam ediyor. Son seçimden sonra iyice anlaşıldı ki muhalefet, özellikle de ana muhalefet; kraldan daha çok kralcı bir yapı. Kemal Kılıçdaroğlu'nun zorla aday olması ve seçimden sonra bile pişkin pişkin kendisini başarılı görmesi, aslında birçok şeyi gözler önüne seriyor. Halkın neredeyse tamamının kendisinden nefret etmeye başlamasından sonra bile, ısrarla istifa etmemesi gösteriyor ki; Kemal Kılıçdaroğlu, Recep Tayyip Erdoğan'dan daha AKP'lidir. Sıradaki görevi de önümüzdeki yerel seçimleri kaybetmek ve kendisine rakip olabilecek isimleri 'Bakın belediye seçimlerini bile kazanamadılar, genel seçimleri nasıl kazanacaklardı' izlenimi yaratarak zayıflatmak ve muhalefetin kendi tekelinde, tamamen amaçsız bir şekilde devamını sağlamak.
Her seçimde kötünün iyisi diyerek, denize düşen yılana sarılır mantığıyla oy verilen/verdiğimiz muhalefet, maalesef bizim en büyük yanılgımız oldu. Tüm partilerin aynı şeye hizmet ediyor oluşunu düşünemedik ya da düşünmek istemedik. Çoğunluk olarak alternatif bir yol da aramadık. Fakat geldiğimiz noktada artık çözümü kendimiz bulmalıyız. Bu sistemin devamlılığını sağlayan herhangi bir kişiye, kuruma destek olmak; mevcut işleyişe destek olmaktır. O yüzden değişim talep etmeli, gerçekleşene kadar da desteğimizi çekmeliyiz. Her seçimi 51/49 - 52/48 gibi oranlarla kaybetmektense, değişim gerçekleşene kadar siyasileri yok saymak daha mantıklı. Muhalefet her seçimde mecburiyetten dolayı aldığı desteği kaybeder ve dibi görürse, zaruri bir değişimin başlaması kaçınılmaz olur. Aynı şeyleri deneyerek farklı sonuçlar beklemeyelim artık. Dibe vurmadan yukarı çıkamayız. Unutmayalım ki sine-i millet kavramı, Harbiye Nazırlığı teklifini kabul etmeyerek Kurtuluş Mücadelesi'ni başlatan Mustafa Kemal Atatürk ile hayatımıza girmiştir. Meclisin işlevini yitirdiği ve göstermelik bir kurum haline geldiği 'Yeni Türkiye'de' partiler ve siyasiler halka dönmüyor, hala kendi çıkarlarını düşünüyorlarsa, bizim de kendi kendimize hareket etmekten başka çaremiz kalmıyor.