Hitler, Polonya ile 1934 yılında imzaladığı Saldırmazlık Paktını neden 28 Nisan 1939’ da bozup; 1 Eylül’de Polonya’yı işgal etmek zorunda kalmıştır?

Adolf Hitler ‘in toplumun en alt basamağından gelip Alman devletinin başına geçmesini bir türlü hazmedemeyen iki kesim vardı:

1-Alman aristokratları.

2-Ordu içindeki üst düzey askerler.

Bu iki kesim, Hitler’in kısa sürede ele geçirdiği devlet  yönetimini ve elde ettiği bürokratik gücü hak etmediğini düşünüyorlardı. İktidarı Hitler’in elinden almak için bu iki odağın örtük koalisyonu Führer yönetimini sabote edici faaliyetlerin içerisine girdi. Ordu içerisinde savaş öncesi ve hatta savaştayken de Hitler’e karşı birçok kez suikast girişimleri oldu. Hitler hep bir şekilde bunlardan kurtulmayı başardı. Gerçekten müthiş bir zekaya ve şansa sahipti.(Zeki olması onun ruh hastası bir manyak olduğu gerçeğinin üstünü örtemez.) Hitler bu gidişatın ona verdiği mesajı okuyarak tarihe yüzünü çevirdi ve yapması gerekeni yaptı: Almanya’yı erken bir savaşa soktu. Ülkeyi ve orduyu ancak bu şekilde kontrolü altına alabileceğini, tarih ona söylüyordu o da bunu mecburen yaptı. Hitler, 2. Dünya savaşını çok daha sonra başlatmak istiyordu. Fakat yukarıda ifade ettiğim nedenlerden dolayı savaş erken başlamış oldu. Eğer Hitler’in planlamasına uygun bir savaş süreci olsaydı ihtimal bugün bütün dünya Hitleri iyi ve kahraman bir tarihi figür olarak bilecekti. Çünkü o koşullarda savaşı kazanma olasılığı çok daha yüksekti. Ve tarihi daima kazananlar yazardı ve kazananlarda daima iyi ve kahraman olarak anılırdı. Yenilenler ise hain ve kötü.

Hitlerin sahip olduğu psikolojik kimya kısaca nasıldı?

Hitler, fiziksel zayıflığından tutunda psikolojisinin birçok alanına yayılan çeşitli aşağılık komplekslerinin etkisinde geçirilmiş bir çocukluk ve gençlik serüvenine sahip; patolojik bir tipti. Müthiş bir güç istencine sahipti. Onun bu güç istencinin kaynağında da sahip olduğu aşağılık kompleksleri vardı. 1. Dünya savaşı patlak verince işsiz ve gelecek kaygısı taşıyan Hitler için bu bir fırsata döndü. Savaşta bir onbaşı olarak küçük çaplı başarılar gösterdi. Bir kimyasal gaz saldırısında yaklaşık 1 yıl kadar görme yetisini kaybetti. Bu süreçte gösterdiği başarılardan dolayı ona binbaşılık rütbesi teklif edildiğinde reddetti. Hitler’in cevaben: ‘Hatta ben mümkünse Alman ulusunun hizmetinde bir er olarak savaşıp; ölmek isterim’ dediği rivayet edilir.

Daha o döneminde bile değişik bir tarza sahip olduğu fark edilen Hitler kendisini seçilmiş biri olarak görüp buna inanıyordu. Bu durum ve inanç adeta kendini gerçekleştiren bir kehanete dönüşmüş; tüm dünyanın tanıdığı tarihi bir siyasi fenomenin ortaya çıkmasına neden olmuştu.

 Ajitasyon dolu ve yer yer öfke kusan hitabetiyle adeta kitleleri büyüleyen bir tarzı vardı. Müthiş bir örgütleme yeteneğine sahipti. Etrafındaki bir avuç serseriyle tüm Almanya’yı ele geçirdi ve Rusya’daki bataklıklar olmasaydı belki de tüm dünyayı ele geçirmesi içten bile değildi.

Bir rahip gibi yaşardı. Güneş doğmadan mutlaka uyanırdı. İnanılmaz bir şekilde yaşamı boyunca vejetaryendi. Yemeğe düşkünlüğü yoktu. Tek çeşit yemek yerdi. Astrolojiye, Numeroloji ve fallara inanıyordu. Kendisini Kutsal Ahitte geçen İlyas peygamberin reenkarnasyonu olarak görüyordu.

Allah tarafından, üstün Alman ırkını dünyaya hakim kılmak için gönderilmiş seçkin kişi olduğuna inancı tamdı. Kısaca böyle bir manyaktı.

Daha manyakça bir durum da tarihin gördüğü en büyük zekalardan biri olan filozof Martin Heidegger’in bu adamın kurduğu Nazi partisine üye olmasıydı. Geçenlerde Aristo’nun kuramlarını ve yaşantısını tekrar gözden geçirirken Heidegger’in Nazi partisi üyeliğini şokunu geride bırakacak bir bilgiye ulaştım. Dünyada mantığın babası olarak anılan Aristo, kadınların diş sayısının, erkeklerin diş sayısından daima bir tane eksik olduğunu söylüyor ve bu durumun kanun olduğunu ekliyor. Trajik-komik olan Aristo’nun aynı zamanda iki evli olmasıdır. Oysa bu kanunun yanlışlığını iki karısından birinin ağzını açıp dişlerini saymasıyla anlayabilirdi. Aslında bu fahiş hatanın nedeni, Antik Yunan da kadının neredeyse hiçbir değerinin olmamasından kaynaklıydı. Demek ki Aristo gibi bir kafa bile ön kabullere ve döneminin hakim değer yargılarına kurban gidebiliyor. Sokrates’in kadını toplumda daha fark edilir kılmak için çok çabaladığını biliyoruz fakat bunun yetersiz kaldığını maalesef Sokrat’ın öğrencisi Platon’un en yetenekli öğrencisi olan Aristo örneğinden anlıyoruz. Aristo’nun ve Heidegger’in zeka çaplarına sahip çok az insan yeryüzüne gelmiştir fakat buna rağmen bu iki büyük kafanın zamanın paradigmasına boyun eğdiğini burada acı da olsa fark ediyoruz. ‘Herkes bir oranda kendi zamanının çocuğudur’ sözü bu iki uç karakterde de kendini kanıtlamış olmaktadır. Bu iki dahi böyleyse eğer, kendimize ait olduğunu düşündüğümüz fikirlerimizin, inançlarımızın ve sekter düzeydeki partizanca tutumlarımızın doğru olma olasılıklarını defalarca sorgudan geçirmemiz gerektiği sonucu ortaya çıkıyor.