Ortaokul sıralarındaydım, yüreğimin sevdalarla kavrulmuş yangınını söndürecek, damarlarımda dolaşan acıyı kökünden söküp atacak, beni ‘kesecek’ ağıtlara, başka dünyalara taşıyacak dizelere ihtiyaç duyduğum günlerdi…

Ve derken keşfettim onu ve başka dünyaya alıp götüren dizelerini…

İlk gençlik yıllarına atılan adımlar, o günlerin katı devrimci çizgisine aykırı aşk acıları…

Ülkeyi kurtarma yeminli, bastırılmış ve nasır bağlamış duyguların altında da kalsa küçük dokunuşla ortaya çıkan gözyaşları…

Bir okuyuşta beynime kazımış, yaşamım boyunca ilk kez kendimi bulmuş, kendim yüreğimden kopanları yazmışım gibi, sıkıldığım, bunaldığım her an tekrarlamıştım hafızama kazınmış mısraları:

 “Gözlerin gözlerime değince,

felaketim olurdu ağlardım,

 beni sevmiyordun bilirdim,

 Bir sevdiğin vardı duyardım,

çöp gibi bir oğlan ipince,

hayırsızın biriydi fikrimce

ne vakit karşımda görsem,

öldüreceğimden korkardım, felaketim olurdu ağlardım

(…) “

**

Derken 1968' lerde, çiçek çocuklarla şiddetin birbirine karıştığı toz duman içinde ve o döneme özgü iklim ortamında üniversiteye başladık..

Çok eleştirir eleştirmek ne kelime ayıplardık aşk şiirlerini…

Türkiye gibi bir büyük sevda, devrim gibi kutsadığımız hedeflerimiz varken, aşk meşk gibi duygularla zaman geçirmek ancak Küçük dost meclislerinde bir iki tek attıktan sonra elde edilen küçük burjuva lüksüydü..

O günlerin kan deryasında ‘karşı taraftan’ gelecek saldırılardan bizleri korumaya çalışan Kuvvet adlı arkadaşımız bugün gelip karşıma oturmuş gibi gözlerimin önünde…

Güçlü kuvvetli üstelik boksördü de Kuvvet..

Ayıkken aşka meşke değil uçarı maceralara yatkındı ama içince o şiddete meyilli adam gözleri yaşlı çocuğa dönerdi…

Bir gece masanın etrafında oturmuşuz, şişeden içtiğimiz ucuz şarabın dibine vurdukça, duygular yumuşamaya, gergin yüzler gülümsemeye, gözler buğulanmaya başladı…

Ahmet arif' ten Nazım’ dan o coşkulu marş gibi ezberlediğimiz ve hep birazdan tekrarladığımız şiirlerden yavaş yavaş Attilâ ilhan' a doğru kaydı doğal olarak muhabbet…

Karşımda kuvvet oturuyordu, dumanlı kafanın etkisiyle kim bilir nerelerdeydi aklı?

Masadaki bir arkadaşımın ısrarıyla İlhan’ın “belki gelmem gelemem” şiirini okumaya başladım, aklı başka yerlerde dolaşan Kuvvet, muhabbete geri döndü, dizelere kilitlendi adeta yalvarmaya başladı. ‘abi be bir daha oku be!’

O gece, bir daha, bir daha şafak sökünceye kadar defalarca okudum aynı şiiri;

“Sen İstinye' de bekle ben buradayım,

 içimde köpek gibi havlayan yalnızlığım,

 çünkü ben buradayım karanlıktayım,

 belki gelmem gelemem beş dakika bekle sonra git”

 Kuvvet’ le aramızda şifre olmuştu o mısralar.

 Ne zaman canı sıkılırsa gelir otururdu karşıma ve koca adam kendisini ayıplayan, gülümseyen, küçümseyenlere aldırmadan kısık sesli havlardı kantinde…

Anlardım ki kendisine yüz vermeyen ya da birlikte olup ta kötü ayrıldığı son sevgilinin etkisiyle, ruh halini yansıttığına inandığı içinde  ‘köpek havlaması’ geçen şiiri duymak istiyor..

Ben de kırmaz okurdum;

“Bana ait ne varsa hepsi seni korkutuyor,

sana ait ne varsa hiçbiri benim değil,

belki ölmek hakkımı kullanıyorum,

belki gelmem gelemem beş dakika bekle sonra git..”

**

Yıllar, çok yıllar sonra Attilâ ilhan' ın doğduğu, ilk aşkları tattığı, İzmir’ de yaşadım bir süre…

Ve onun kitaplarından okuyup ezberlediğim şiirlerinin bir kenti nasıl olup ta bu kadar güzel anlattığına, ruhunu yansıttığına, İzmir'i soludukça dizelerin anlam kazandığına tanık oldum…

İzmir’ i çok sevdiysem bunda İlhan’ın yadsınamaz payı vardı..

Kendisinden başka kim tarif edebilirdi ki o gizemli aşkların kentini?;

“İzmir'in kızı deniz, denizi kız kokar” mısralarını İzmir sevdalısı İlhan’ dan başka kim yüreklere işleyebilirdi ki?

1980'lerde İstanbul Harbiye'deki ofisimde akşamüstleri bulvardaki kaldırımdan onun geçişini izlerdim..

Yana yatırdığı şapkasıyla koluna girdiği uzun boylu incecik kıza bir şeyler fısıldayarak Maçka'dan Elmadağ’ a yavaş adımlarla yürür giderdi…

Bilirdim ki birazdan Divan oteli pastanesinin bulvara bakan son masasına oturacak çayını ya da kahvesini yudumlarken karşındaki gizemli kıza bir şeyler yazdıracaktır;

“Ne vakit Maçka’dan geçsem, limanda hep gemiler olurdu,

Ağaçlar Kuş gibi gülerdi,

bir rüzgar aklımı alırdı, sessizce bir sigara yakardın,

parmaklarının ucunu yakardın, kirpiklerini eğerdin bakardın,

üşürdüm içim ürperirdi, felaketim olurdu ağlardım”

Attilâ İlhan 80 yaşında öldü bugün…

Aslında şairine, sanatçısına yaşam hakkı tanımamış, baskılarla sindirmiş bu topraklarda, belki de en güzel, en doyasıya yaşayanlardan biriydi o…

Nazımların, Ahmed Arif’ lerin, Kemal Tahir’ lerin, sayısız nice sanatçının hapishanelerde çürütüldüğü, Sabahattin Ali' lerin katledildiği ülkede, zulümden kaçan Yılmaz Güney’ in, Nazım’ ın, Ahmet Kaya’ nın yad ellerde Vatan hasretiyle öldüğü çağda maddi manevi sıkıntı çekmeden yaşadı Attilâ İlhan.

Pek çok sanatçının duyduğu hasret ve acılara inat doya doya yaşayarak güzellikleri son nefesine kadar sindirerek öldü.

 Bizim kuşağımızda aşık olup da sevdiğine Attilâ ilhan' dan birkaç mısra okumamış kimse olduğunu sanmam.

Başkalarını bilmem ama anılarımda dizeleri dolaşan kahramanımın, 80 yaşında da olsa ölümü çok üzdü beni..

Tesellim izlediğim kadarıyla güzel yaşayıp güzel ölmesi ve geriye bıraktığı ölümsüz şiirler…

Kolay kolay nasip olmaz bu ülkede iyi bir şaire bu kadar uzun ve sağlıklı bir yaşam…

Ne de olsa Salah Birsel' in ‘Şairin Ölümü’ dizelerini yazdığı ülkedir Türkiye…

“Kimse inanmaz benim hafif makineliyle öldüğüme veya ayrıldığıma dünyadan,

benim de başkentte bir odam,

şiir kitaplarım, Üniversitede adım ve arkadaşım vardı…

Ünümde olurdu yaşasaydım”

Ne diyelim toprağın bol, ışıklar yoldaşın olsun Attilâ İlhan…