Türk siyasetinin son yıllarında, iktidarda kalmak isteyen güçlerin, anayasal ve siyasal düzeni kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirmek için girişimlerde bulunduğu gözlemliyoruz. Bu süreçte, ekonomik ve sosyal adaletsizliklerin üzerinin örtülmesi, toplumun kanını emen bir azınlığın rahatını bozmamak için düzenin devamının sağlanması temel bir motivasyon olarak öne çıkıyor.
Bu yazıda, Erdoğan’ın üçüncü kez cumhurbaşkanı seçilmesi senaryosuna, anayasa değişikliği ihtiyacına, bu sürecin siyasi aktörler ve uluslararası dinamiklerle ilişkisine odaklanacağım. Bu tablo, sadece bir seçimi değil, Türkiye’nin geleceğini etkileyen bir güç mücadelesini de yansıtıyor.
Mevcut anayasal çerçevede, bir kişinin iki dönemden fazla cumhurbaşkanlığı yapması mümkün değil. Ancak bu sınırlamanın aşılabilmesi için anayasa değişikliği gerekiyor. AKP’nin iktidarda kalma çabası, bu değişikliğin temel bir ihtiyaç olduğunu gösteriyor. Fakat anayasa değişikliği için gerekli 360 oya ulaşmak, sadece AKP ve MHP’nin desteğiyle mümkün değil. Bu nedenle, küçük partilere ve bağımsız milletvekillerine yönelik stratejik hamleler devreye giriyor.
Bu bağlamda, DEM Parti gibi Kürt siyasi hareketiyle ilişkilendirilen aktörlere yöneltilen tekliflerin, pazarlıkların bir parçası olduğu iddia ediliyor. Bu senaryo, Abdullah Öcalan’ın siyasi rolüne yeniden dikkat çekiyor. İktidar, Öcalan’ın toplumsal etkisini kullanarak seçim stratejisini güçlendirmeyi hedefliyor. Bu süreçte, Öcalan’ın taleplerinin ne kadar karşılanacağı ve Kürt siyasi hareketiyle nasıl bir uzlaşma sağlanacağı büyük bir soru işareti.
CHP bu süreci, hem Türkiye’nin mevcut siyasi dengelerini hem de partinin temel ilkelerini dikkate alarak stratejik bir şekilde ele almalıdır.
CHP, iktidarın anayasal düzeni manipüle eden stratejilerine karşılık, hukukun üstünlüğünü, demokrasi ilkesini ve toplumsal birliği merkeze almalıdır. Kürt meselesine ilişkin çözüm önerilerini barışçıl, hak temelli ve kapsayıcı bir şekilde sunarak, seçim sürecinde iktidarın kutuplaştırıcı manevralarını boşa çıkaracak bir politika izlemelidir.
Türkiye’nin iç siyasetindeki bu kaotik atmosferde, uluslararası aktörlerin etkisi de yadsınamaz. Özellikle ABD’nin, bölgesel çıkarlarını koruma amacıyla bu güç mücadelesine yön verdiği iddiaları, sıkça dile getiriliyor. ABD’nin Türkiye’deki siyasi aktörlere “kurguyu verip senaryoyu yazdırdığı” yorumları, bu çıkar oyunlarının yalnızca yerel değil, küresel bir boyutu olduğunu gösteriyor.
ABD’nin Türkiye üzerindeki etkisi, hem iç siyasetin yönlendirilmesi hem de bölgesel denge politikalarının uygulanması açısından kritik bir rol oynuyor. Bu bağlamda, ABD’nin, Kürt hareketini destekleyerek veya Öcalan kartını kullanarak kendi stratejik çıkarlarını korumaya çalıştığı düşünülebilir.
Bu siyasi denklemlerin en büyük mağduru, hiç şüphesiz ki Türk halkı. Ekonomik kriz, sosyal eşitsizlik ve adalet sistemindeki çöküş, toplumun büyük bir kesimini umutsuzluğa sürüklüyor. Toplumun kanını emen bir azınlığın çıkarları doğrultusunda yürütülen bu siyasi manevralar, geniş halk kesimlerini daha da yoksullaştırıyor. İktidarın ikbali uğruna yürütülen pazarlıklar, yalnızca siyasi istikrarsızlığı artırmakla kalmıyor, aynı zamanda toplumsal güveni de zedeliyor.
Bu çerçevede, iktidarın seçimleri kaybetmemek ve olası bir yargılanma sürecinden kaçınmak için tüm bu stratejileri devreye soktuğu açıktır. Ancak bu çabalar, toplumun geniş kesimlerinde derin bir hoşnutsuzluk ve adaletsizlik hissi yaratıyor.
Türkiye’deki mevcut siyasi durum, toplumun çıkarlarından çok, belirli bir zümrenin çıkarlarını koruma amacına hizmet ediyor. Anayasa değişikliği, Öcalan pazarlıkları ve uluslararası etkiler, bu sürecin karmaşıklığını artırıyor. Ancak bu güç mücadelesi, yalnızca iktidarın değil, Türkiye’nin geleceği üzerinde derin izler bırakacak.
Siyasi çıkar oyunlarının kazananı belli olabilir, ancak kaybedeni her zaman toplum olacaktır. Bu noktada, halkın bu dinamikleri sorgulaması ve demokratik taleplerini daha güçlü bir şekilde dile getirmesi, Türkiye’nin geleceği için kritik bir önem taşımaktadır.