Zihin ve beden arasındaki ilişki nedir?

 İnsan varoluşunun en dış kısmı ve zihnin donmuş formu bedenidir. En iç kısım ve bedenin en latif haliyse zihindir. Bu ikisinin arasındaki yaşamsal köprüyse, ruhun nefes alıp; verme özelliğidir. İnsan, varoluşun en güzel meyvesi olma özelliğini, zihin-beden bütünlüğü sayesinde edinmiştir. Bu bütünlük sayesinde kendisinin, yaşamın ve ölümün farkına varmıştır. Başka hiçbir varlıkta bu özellikler yoktur.

Sokrates’in ‘kendini bil’ ve Marcus Aurelius’un ‘kendin ol’ çıkarımları neyi ifade eder ve hangisi daha mümkündür?

    Sokrates’in 35 yaşına kadar doğa felsefesiyle ilgilendiğini daha da sonra da felsefesinin merkezine ‘insan nasıl mutlu olur? sorusunu taşımış olduğunu okuruz tarihi metinlerden. Şüphesiz bu felsefik perspektif değişikliği kadar, insanlığın düşünce tarihini etkilemiş ikinci bir vaka yoktur. Kendini bil kavramı insanın önce kendine ve sonra dışına dair farkındalığını artırmasını temel alır. Bize göre kişinin kendini tam olarak bilmesi ve tanıması mümkün değildir. Bu felsefik hedef aslında ulaşılmazdır. Bu uğurda verilen mücadeleye ve alınan yola bilgeleşme denir ve değerli olan da budur. Çünkü bilgeleşmenin en belirgin özelliği, kişinin bilgisinin artması ölçüsünde bilgisizliğini idrak etmesidir. Bu durumun dikkat çeken yönüyse yüzeysel bakıldığında çelişkili gibi görünmesidir. Derinlemesine idrak edildiğindeyse zıt polariteli (kutupsallıkta) bir bütünlüğü içinde barındırmasıdır. Bu yüzden süreç kendi içinde sonsuz bir döngüye sahiptir. Ve İşte bu döngü nedeniyle de kişinin kendisini tam anlamıyla bilmesi mümkün değildir.

  Bu konuda Marcus Aurelius’un ‘kendin ol’ yaklaşımı daha mümkündür. Marcus, bu konuda kendisine felsefik üstad olarak kabul ettiği Sokrates’ten daha büyük bir çıkarım yapmıştır. Bunda da kendisinden önce yaşamış olan Epiktetos’tan etkilendiği ortadadır. Kişinin kendi doğasına hakim olan ilkelerin farkına varması ve dışındaki doğayla bütünleşmesi çok daha kolay ve çok daha mümkündür. Birey ancak bununla içsel mutluluğu yakalayabilir. Ve bunu gerçekleştirmekte ancak belli ve uzun bir uğraş sonunda mümkündür.

 İsa peygamberin: ‘Sağ yanağına tokat atan birine, sen sol yanağını da çevir.’ sözünü nasıl anlamalıyız?

 İsa peygamber, insanlık ailesinin çıkardığı en müthiş kişiliklerden biridir. Muhammed peygamberden sonra beni en çok etkilemiş kişiliktir diyebilirim. Gerçekten İnanılmazdır. Yeryüzünde olan ve maddeye boğulmuş insanlığı, gökyüzüyle tekrar tanıştıran ve maneviyatla buluşturan önemli bir şahsiyettir. Ondan önce ortaya çıkmış ve Yahudi ulusuna yaptığı müthiş katkılar ve liderlikle Musa peygamber, insanlığın o dönemindeki gelişim düzeyi ve ihtiyaçlarından dolayı daha yerseldir. Daha şeriatçıdır. Yani hem bireysel yaşamı hem de toplumsal yaşamı organize edecek kural koyucudur. O yüzden Musa ve Muhammed peygamberler birbirlerine daha benzerdirler. İkisi de kural koyucudur. İsa peygamber ise ikisinden farklıdır. Birçok yönüyle Zerdüşt peygambere daha çok benzemektedir. Peki bu büyük ruh bu sorudaki sözle neyi amaçlamaktadır? Peygamberler yaşadıkları içsel aydınlanmayı ve varoluşsal kuantum sıçrayışları dilleri döndüğünce insanlığa taşırken aynı zamanda sosyal devrimci özellikleri nedeniyle de yeni bir tip insan ve yeni bir tip toplum oluşturmayı hedeflerler. Bunun için de mesajlarını stratejik bir temel üzerinde, toplumsal kitle tabanlarına ulaştırmak isterler. İsa peygamber de stratejisini sevgi ve affedicilik üzerine inşa etmişti. (İsa peygamberin hayatını araştırırken ilginç bir bulguya denk gelmiştim. Yaklaşık 15-16 sene boyunca Hindistan da ve 2 sene civarında da Tibet’te yaşamış. Sevgi ve affedicilik mesajlarını bu coğrafyada yaşadığı dönemde edindiği ortadadır. Çünkü kendi ve o dönemin insanının bireysel ve toplumsal sorunlarına çözüm için, bir arayış dönemi bu.) Bunun en önemli nedeni dönemin süper gücü Roma devletiyle girişilecek bir güç mücadelesinde milyonların öleceğini öngörmesidir. Çünkü bu durumda taraflar arasında bir güç dengesi yoktu. Bunun önüne geçmek içinde kendisini izleyenlere pasif bir direniş çizgisi izlemelerini tavsiye etmişti. Çünkü uzun vadede ancak bu şekilde muvaffak olunacağını peygamber mantığı olan fetanetle fark etmişti. Ve kendisinden sonra havarilerinin samimi tebliği ve izledikleri bu akıl dolu stratejiden dolayı tüm Doğu Roma büyük bir hızla ve kısa bir sürede Hristiyan olmuştu. Hatta bu Hristiyanlaşma dalgasını durduramayan dönemin Doğu Roma imparatoru 1. Konstantin taktik gereği Hristiyan olduğunu ilan edip; Hristiyanlığı resmi devlet dini olarak kabul etmişti. İsevi öğretinin kazandığı bu zafer aynı zamanda kendisine yabancılaştırılmasının da ilk adımı olmuştu. 1.Konstantin Hristiyanlığın dönemin devlet yapısına tehdit edici unsurlarını yok edip; kendisine zararsız bir hale dönüştürmek için müthiş bir planı hayata geçirdi. Kendi adamları başta olmak üzere bir çok kişiye çok sayıda İncil yazdırarak inançsal bir kaos ortamı oluşturdu. Bunun nihayetinde de 1. İznik Konsülünü toplayıp; Aziz Pavlus’un İncil’e dair risalelerini referans alarak bu İncil’lerin sayısını 400’den, 4 adet kanonik İncil’e indirdi. Bu arada İsa peygamber bir Yahudi’dir. Ve trajik bir şekilde bütün mücadelesi de Yahudilere karşı olmuştur. İsa peygamberin, insanlık için getirdiği yeni mesajı daha dünyevi bir muhtevaya sahip yerleşik Yahudi inancına ters ve düşmanca gördükleri için onu çarmıha germişlerdir. Daha sonrasında da (Yahudi Aziz Pavlus) eliyle İsevi öğretiyi tahrifata boğdular. Hristiyanlıkta ki teslis inancı büyük oranda Pavlus’un eseridir. Aslında bizce Pavlus’un Hristiyanlığa tek ve en büyük katkısı şu olmuştur: Erkeklerde sünnet olayını kaldırmasıdır. Geçmiş dönemde bu işlem hijyenik olmayan koşullarda yapıldığı için ölümler çok oluyordu. Sadece bu nedenle bile Hristiyanlığı kabul ediş çok daha fazla olmuştur.